15 Şubat 2009 Pazar

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16 ve 17. Yüzyıllarda Kürdistan

Martin van Bruinessen

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16 ve 17. Yüzyıllarda Kürdistan Çeviri: Ahmet Akşit Şeref Han Bitlisi’nin Şerefname’sini tamamlamasından yaklaşık 60 yıl sonra ünlü Türk seyyah Evliya Çelebi, Kürdistan’a uzun bir gezi yaptı.[1]

Çelebi’nin 10 ciltlik Seyahatname’si, gezi edebiyatında pek rastlanmayan eşsiz bir çalışmadır. Bu ciltlerin basılmış nüshaları ilk kez piyasaya çıktığında orijinal (sonraki yazmaların kopya edildiği düşünülen ve Evliya’nın kendinin yazdığı veya bir katibe dikte ettirdiği elyazması) nüshalar henüz kitabın editörleri Necib Asım Bey ve büyük tarihçi Ahmed Cevdet’in eline geçmemişti. Bundan başka Sultan II.Abdülhamid’in sansürcüleri (ya da sansürcülerden korkan editör) basım aşamasında metin üzerinde bazı değişiklikler yapmışlardı. Evliya’nın Kürdistan notlarının yalnızca bazı bölümlerinin nispeten tatmin edici bir nüshası basılmıştır.[2] Önemli bir bölümü hiç basılmamıştır ve basılması için ciddi bir çalışma gerekmektedir. Esasen Seyahatname bilinen herhangi bir türe girmez ve bu yüzyıla kadar asla popüler olmamıştır. Çağdaşları onun eserini kötü planlanmış olduğunu düşünüyorlardı ve muhtemelen onun medenileşmiş zevklere uymayan şeylere gösterdiği ilgiden dolayı Evliya bu eleştirileri dikkate almadı. Osmanlı yazarları arasında Evliya’yı geç dönem 20.yüzyıl okurlarına ilginç kılan, muhakkak ki onun bu “kötü zevki” idi. Post-modernistler, onun önemliyi önemsizden keskin bir şekilde ayırmayan, heterojen öğeleri yan yana koymasındaki ruh halini kolayca fark edeceklerdir. Seyahatname’de resmi evraklarla ve uygunsuz fıkraları, cami mimarisi tarifleriyle ve yerel yiyecek ve giyim alışkanlıklarını, kutsal efsaneler ile ve politik olaylar hakkındaki dedikoduları yan yana buluruz; bütün bunlar Evliya’nın kendi maceraları ve onun başkaları hakkındaki şüpheci yorumları ile daha da lezzetlenir.Evliya’nın Kürdistan’daki Gezileri Evliya Kürdistan’da üç büyük gezi yapmıştır.[3] Seyahatname’nin ikinci cildinde konu edilen birinci seyahat, Kürdistan’ın kuzey sınırlarını sadece sıyırır geçer. Bu gezi, Evliya Çelebi’nin 1646 yılında Erzurum valisi ve baş komutan olan Defterzade Mehmed Paşanın yanına gümrük katibi ve baş müezzin olarak atanmasıyla başlar. Kuzey Anadolu yoluyla Kemah ve Erzincan’dan geçerek Erzurum’a varır. Erzurum’dan Erzincan üzerinden batıya dönmeden bir gezi de Azerbaycan ve Gürcistan’a yapar. 1649-50 deki ikinci gezi onu Şam ve Halep’ten Urfa’ya, Maraş, Kayseri, Aksaray, ve Sivas’a ve buradan Arapkir, Harput, Pertek, Palu, Genç, Muş ve Bingöl dağlarına sürükler. Artık üçüncü cildin ilgili bölümleri iyi bir edisyonla ve Almanca çevirisiyle piyasada mevcut. 1655 ve 1656’daki üçüncü seyahat, dördüncü cildin büyük kısmını ve beşinci cildin ilk bölümünü kapsar. Evliya Çelebi Van’a vali olarak atanan Melek Ahmed Paşaya katılmaya gider. Van’a Diyarbakır ve Bitlis yolundan gider ve bu şehirlerde ayrıntılı ve canlı tarifler yapmaya yetecek kadar zaman geçirir.[4] Diyarbakır valisi Firari Mustafa Paşa’nın Sincar dağlarında savaşan Arap ve Yezidi aşiretlerini sakinleştirmek bir sefer sebebiyle şehir dışında olduğunu öğrenince, bu bahaneyle gezisini uzatarak Sincar’a gider.[5] Bitlis’te, pek methettiği serbest fikirli Kürt yönetici Abdal Han’a misafir olur. Sonra Van’dan Abdal Han’a karşı düzenlenen cezai nitelikli bir sefere katılır ve Han’ın hal edilmesine, zengin kütüphanesinin yağmalanmasına ve yerine oğlunun seçilmesine şahit olur. Bir yıl sonra Evliya Çelebi Bitlis’den üçüncü defa geçer, Abdal Han’ı tekrar emirliğin başında bulur ve rehin olarak Han’la bir süre geçirir. Büyük bir Kürt emirliğinde yaşanan bu tecrübeler, başka bir kaynakta bulabileceğimizden daha canlı bir günlük yaşam anlatımı sunar. Evliya Çelebi, Şerefname’yi duymuş olmalıdır ve içeriği hakkında kulaktan dolma bilgisi olması muhtemeldir fakat bizzat okumamış olduğu anlaşılmaktadır. Bitlis notlarında Han’ın yağmalanmış kitapları arasında olması vesilesiyle Şerefname’den bir kere bahis eder.Van’da bulunduğu müddetçe seyahat için hiç bir fırsatı kaçırmaz, böylece Hakkari hakkında önemli gözlemlere sahip olmamıza vesile olur(bu bölümler halen doyurucu bir şekilde çalışılmamıştır).[6]Melek Ahmed Paşa, kendisine batı İran’ın uzun fakat içinden çıkılmaz anlatımını yazdıran (ki açıkça yanlış olan bölümleri insanı İran’ı gördüğü konusunda şüpheye düşürür) bir diplomatik görev verir. Bu notlar 1656 yılının ilk aylarında son bulur; onun ayrıntılı anlatımları kesinlikle orada olduğunu ve sonradan güneye de bir gezi yaptığını kanıtlar. Bunu, basılı nüshalarda olmadığı için varlığı uzun süre bilinmeyen bir bölüm takip eder. Evliya Bağdat’dan kuzeye yönelir, güney Kürdistan’da Diyarbekir, Cizre ve Hasankeyf yoluyla bir tur atarak Musul üzerinden Bağdad’a döner. Bu bölüm hiç bitmemiştir ve anlaşıldığı kadarıyla Evliya ölene dek bölümü yazmaya devam etmiştir. Evliya’nın yazmaya niyetlendiği tümüyle boş ya da sadece başlığı olan sayfalar vardır. Yer yer bölgelerin coğrafi düzeni hakkında, Evliya’nın çözümleyemediğini belirttiği, hatalar vardır. Ancak, aynı döneme ait diğer Osmanlı ve İran çalışmaları ve dokümanlarıyla beraber Kürdistan’ın az bilinen 15-17. yüzyıllarına ışık tutacak nitelikte olan dördüncü cildin neredeyse üçte birini oluşturan bu gezinin notları ciddi bir edisyon gerektirmektedir. Evliya Çelebi, gezileri sırasında Kürdistan’da geçtiği yerler hakkında notlar alır: Havar, Sine, Kızılca, Erbil, Kerkük ve Şahrazur eyaletleri; Ninova, Akra, Diyarbakır, Cizre, Hasankeyf, Nizip, Eski Musul, Tikrit, ve Bağdat şehir merkezlerini kaydeder. İleride vakit bulduğunda Seyahatname’yi yazarken kullanacağı, gezerken gördüğü her şey hakkında bol miktarda not tutar. Ayrıca diğer kaynaklardan, resmi dokümanlardan, gezerken veya sonradan okuduğu çeşitli kitaplardan serbestçe faydalanır.[7] Gezilerle kitabın fiilen yazılması arasına hatırı sayılır bir zaman girdiğinden gezi notlarını her zaman doğru bir coğrafi düzene yerleştiremez. Bazı tanımları öylesine bulanık ve karışıktır ki anlattığı yerleri fiilen gezip gezmediği şüphe duyulur. Buna örnek olarak İran gezisinde çok daha eski bir coğrafya eseri olan Kazvini’nin Nuzhat al-kulub’unu tekrarladığı aşikar olan bölümleri verilebilir. Yine de kötü düzenlenmiş bile olsalar kulağa doğru gelen Kürdistan notları için bu geçerli değildir.


Diğer kaynaklarla mukayese edildiğinde Seyahatname’nin doğası

Seyahatname, Şerefname gibi sistematik bir çalışma değildir ancak diğer kaynakların ihmal ettiği Kürdistan’ın sosyal ve politik hayatını açısından zengin bir kaynaktır. Dönemin kadınların durumuyla(Bruinessen 1993) ilgili, yaygın dini ritüeller ve sufi tarikatlar ve din ulularına saygı (Bruinessen & Boeschoten 1988, Bruinessen 1990) gibi konularla etnik ve dini azınlıklar, diller ve edebiyat üzerine bilgi veren az sayıda kaynaktan biridir. Çelebi’nin Kürdistan’a atanmış yüksek rütbeli Osmanlı görevlileri içindeki pozisyonu, ona ilk elden devletin Kürt aşiret ve emirliklerle ilişkilerinin pratikte nasıl yürüdüğünü gözlemleme fırsatı vermiştir.[8] Seyahatname’nin mukayese edilebileceği diğer mühim bir eser de İmparatorluğun Kürt eyaletleriyle ilgili uzun bölümler de içeren, büyük Osmanlı coğrafi çalışması olan Katib Çelebi’nin Cihannüma’sıdır. Tamamlanması Evliya Çelebi’nin Kürdistan gezilerinden birkaç sene öncesine, 1648’e rastlar. Yazar sadece kendisinden önceki çok sayıda eserden bilgi toplamakla yetinmez ama kendi deneyimlerini de temel aldığı bölümleri kaleme alır; İran’ın Irak’ı ikinci işgalinden sonra geri almak için sefere çıkan Hüsrev Paşa’nın yanında bulunur (1629).[9]Cihannüma’da büyük kervan yolları üzerinde bulunan, haklarında pek çok ilginç bilginin verildiği yerlerin bahsi geçer. Şerefname’niyi tercüme eden Charmoy, yazdığı önsözde Cihannüma’dan çokça bahseder. Gerçekten de onun etnoğrafik ve coğrafi sunumu Katip Çelebi’nin eserinin ilgili bölümlerinin çevirisinden ibarettir. Evliya’nın dağınık notlarını düzene sokmakta hiç şüphesiz Cihannüma yararlı bir referans olacaktır.[10] Ancak Cihannuma’nın Seyahatname’nin olmadığı kadar sistematik olmasına karşılık, Seyahatname gerçek insanların hayatı hakkında daha bilgilendiricidir. Son olarak, Kürdistan hakkında değerli bilgiler içeren daha sonraki dönemlere ait bir başka seyahatnameye, Mehmed Hurşid Paşa’nın Seyahatname-i hudud’una değinelim. Yazarı 1848-52 yıllarında İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Basra’dan Beyazıd’a hududu belirleyen sınır komisyonunun görevlisi olan bu eser, köylerde ve aşiretlerdeki nüfus rakamlarını içeren, pek çok ayrıntılı istatistiki bilgiye de yer veren ,coğrafi referanslardan oluşan önemli bir çalışmadır. Evliya’nın daha sistematik tarihçilerden ve coğrafyacılardan farkı, bürokratik detaylara ve idari bölünmelere aldırmayışından ileri gelir. O, eyalet, eyalet veya idari bölge, idari bölge ile şehri tartışmaz fakat haritanın bir ucundan öbür ucuna atlayarak mukayeseler yapar. Hiç şüphesiz çağdaşları da her bölgede olan etnik karmaşanın farkındaydılar ama onlar, çeşitlilikle ilgilenen ve gururla, düzinelerce farklı dilden ve lehçeden örnekler ve bir sürü heterodoks mezhepten anekdotlar yazan Evliya kadar açık konuşmazlar.



Kürdistan ve Kürtlerin Kökenleri üzerine

Bilindiği gibi, o yıllardaki resmi yazışmalarda Kürdistan idari birim olan bir eyalet adıydı. Evliya’ya göre politik ve idari sınırlara bakmaksızın bu terim, Kürtler için öncelikle etnik bir kategoriye işaret ediyordu. Bunu çok çeşitli şekillerde kullanır. Misafir sevmez bir bölgeyi anlatacak olduğunda, eğitim görmüş bir şehirlinin kaba ve korkutucu kırsal nüfus için yukardan bakan “Kürdistan, Türkmenistan ve sengistan “ ifadesini kullanır ki bunun belki de en iyi tercümesi “Kürtlerin, Türkmenlerin ve kayaların memleketi” dir. Şimdi şu paragrafa bakalım: “Memâlik-i azîmdir, bir ucu cânib-i şimâlde diyâr-ı Erzurum’dan diyâr-ı Van’dan diyâr-ı Hakkari ve Cizre ve İmâdiyye ve Musul ve Şehrezûl ve Harîr ve Ardalân ve Bağdâd ve Derne ve Derteng ve ta Basra’ya varınca yetmiş konak yer Kürdistân u sengistân add olunur kim Irâk-ı Arab ile Âl-i Osmân mâbeyinde bu kûh-ı bülendler içre altı bin adar aşâ’ir ü kabâ’il-i Ekrâd sedd-i sedid olmasa kavm-i Acem diyâr-ı Rûm’a istîlâ etmeleri emr-i sehl idi.İnşâallah mahalliyle alti bin aded mîhr-i aşâ’irleri dahi tahrîr etmeğe destime hâme-i cevâhir-gûyâmı almışım, ammâ bu Kürdistân’ın arzı, tûlu gibi vâsi değildir. Cânib-i şarkîsinde Acem hudûdunda Harîr ve ve Ardalan’dan hâk-i Şam ve hâk-i Irak –ı Arab ki hâk-i Haleb’dir, ol hâk-i pakeyne varınca Kürdistân’ın arzı yigirmi ve yigirmi beş konak ve ednâsı on beş konak yerlerdir. Ammâ bu kadar ülkeler içre beş kere yüz bin tüfeng-endâz ümmet-i Muhammed Şâfi’îyyü’l-mezheb vardır. Ve cümle yedi yüz yetmiş altı pâre kal’a add olunur kim cümle imârdır.[11]Bu paragrafta Evliya, Osmanlı İmparatorluğu için koruyucu bir tampon işlevi olan Kürdistan’ın özel önemini vurgulamaktadır. Evliya’nın, İdris Bitlisi’de, geç dönem Osmanlı tarihçilerinde ve Şerefname’de de kullanılan, Kürt emirlikleri ve aşiretlerinin nispeten bağımsız olmalarının İmparatorluğun güvenlik çıkarlarına daha uygun olduğu yolundaki argümanı tekrarladığı görülür. Bu argümanı en bariz şekilde Aziz Efendi (Murphey 1985) Nasihatname’sinde kullanmıştır. Kürtlerin sıkı Şafi hukukuna bağlı iyi Sünni Müslümanlar oldukları değerlendirilmesi, onları Şii Safevi İran’a karşı güvenilir müttefik olarak ortaya koyduğu için bu argümanın en hayati kısmıdır. İdrisi Bitlisi ve Şeref Han, esasen dost Kürtlerin Sünni yakınlığına o kadar çok vurgu yaparlar ki kişi onların sadakatini kanıtlayan Osmanlı usulü resmi bir görüşme istediklerini düşünür. Diğer kaynaklardan ( ve Seyahatname’deki diğer pasajlardan) anlaşıldığına göre, onların arasında sadece pek çok Yezidi değil ama Kürdistan’daki çeşitli heterodoks mezheplerin taraftarları olduğunu biliyoruz.[12] Evliya Çelebi’nin erken Kürt tarihi konusunda en sık alıntı yaptığı kişi, şimdiye kadar kim olduğu anlaşılamayan Miğdisi (Mighdisi) adını verdiği bir Ermeni tarihçidir.[13] Evliya Çelebi’nin bu Miğdişi’ye dayandırdığı efsaneler, erken Kürt tarihini iki ayrı efsane grubuna, Peygamberlerin hikayeleri (Kısasü’l-Enbiya) ve Şahname’nin İran geleneğine bağlar. Evliya’nın Miğdişi’si, “Tufan”dan sonra konuşulan en eski dil(lerden) olduğunu belirterek Kürtçe’nin saygın bir döneminden şöyle bahseder: “Müverrih Mığdısî kavli üzre ba’de’t-tûfân-ı Nûh, imar olan şehr-i Cûdi’dir, andan kal’a –i Sincâr’dır, andan bu kal’a-i Mefârikin’dir amma şehr-i Cûdi sâhibi Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim altı yüz sene mu’ammer olup Kürdistân diyârların geşt [ü] güzâr ederek bu Mefârîkin’e gelüp âb [u] hevâsından hazz edüp bu zemînde sâkin olup evlâd [u] ensâbı gâyet çok olup lisân-ı İbrî’den indiyyât bir gayrı lisân-ı turrehât peydâ etdi kim ne İbrî’dir ne Arabî ve ne Pârisî ve ne lisân-ı Derî’dir ve lisân-ı Pehlevî’dir, ana hâlâ lisân-ı Kürdim derler. Bu diyar-ı Mefârikîn’de peydâ olup hala diyâr-ı Kürdistân’da isti’mâl olunan lisân-ı Kürd Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışdır, ammâ vilâyet-i Kürdistân dağistân u sengistân bilâd-ı bîpâyân olmağile on iki gûne lisan-ı Ekrâd vardır kim birbirlerine elfâzları ve lehçe-i mahsûsaları mûğayirdir kim niçesi birbirlerinin kelimâtların tercümân ile anlarlar.”[14]Gezileri boyunca Evliya bu lehçelerden kısa örnekler verir. Bunlar Sorani lehçesinde (Mifariqin yakınlarında konuşulan) bir kelime listesi, Cezire lehçesinde bir şarkı, Rojiki lehçesinde uzun bir şiir (esasında gramer olarak Türkçe ve yüksek oranda Ermenice kelimeler barındırmaktadır), Hakkari lehçesinde birkaç deyim ve Diyarbakır lehçesinde bir kasidedir.[15] Tabii ki Miğdişi (ve Evliya’nın erken dönem diğer kaynakları) uzak geçmişte gerçekte ne olduğunu anlamamıza (kurmamıza) müsaade edecek türden kaynaklardan değildir. Yine de bunlar bize Evliya Çelebi zamanında Kürtlerin kendilerini nasıl algıladıkları ve elbette komşuları tarafından nasıl algılandıklarını konusunda bir fikir verirler. Mesela, Evliya Çelebi, İslam öncesi dönemde Kürdistan’da egemen olan çeşitli İranlı hanedanlardan bahis eder. Kürdistan’ın bütün bölgeleri söz konusu hanedanlara aynı derecede bağlı değildir; bu hanedanların bazıları daha pozitif bir dille takdim edilirken diğerleri hakkında negatif bir dil kullanılır. Yine, Miğdişi’ye dayanarak Shahrazur ismini İranlı, efsanevi ejderha kral Zahhak’ın oğlu Zur’la ve Kerkuk’u; Zahhak’ın torunlarından Umayyad’u Marwan Himar’ın elinden geri alan Mugul Karkuk ile ilişkilendirir. Zahhak’ı yenen Demirci Kawa, Shahrazur sancağında ki bir isimde (Merkawe) yer alır.[16]Sadece efsanenin Şahname versiyonunda ayaklanmadan sonra kral olan Feridun’un ismi, Kürdistan’da herhangi bir yerle ilişkilendirilmez.(Zahhak ve Kawa efsanelerinin bu günkü Kürtçe versiyonlarında da Feridun’un bahsi geçmez.)İslam’ın Kürdistan’ı fethi, değişik şekillerde Halife Umar ibn al-Hattab, Ali ve Umayyad ve güney Kürdistan’da belirgin bir tercih ile Ali ile ilişkilendirilir.Çelebi’nin dediğine göre Diyarbakır (Amadiya) Ali tarafından halifeliği zamanında fethedilmiştir. Buna rağmen ismini daha önceki hakimi Anushirwan (Sasani I.Hüsrev)’ın oğlu İmdan’dan almıştır. Ali, 17. yüzyılda bir kuzenini, amcası Abbas’ın oğlu, Diyarbakır’a – Cizre, Hakkari ve Bitlis’te olduğu gibi - bey olarak atar, onlar da kendilerine Abbasiler derler.[17] Bir başka yerde, Sultan Evhedullah’ın adını ilk Kürt Abbasi olarak, yani Bitlis Abdal Han’ın ve diğer Kürt beylerinin atası olarak verir.[18]


Evliya tarafından ziyaret edilen Kürt emirlikleri

Evliya Çelebi, bir-iki emirlikten daha fazlasını ziyaret eden çok az sayıdaki Osmanlıdan biri olsa gerektir. Zamanının çoğunu Bitlis’te geçirmiş ve zamanın edebi temayülüne uyarak ( İdris Bitlisi, Şeref Han Bitlisi, Şükrü Bitlisi ve kimi başka yazarlar gibi) Bitlis hakkında yazarak Bitlis’in emirlikler arasında en medenileşmiş olduğunu belirtmiştir. Fakat Evliya Çelebi’nin yolu, Diyarbakır, Cizre, Hakkari ve Hasankeyf gibi diğer büyük emirlikleri de ziyaret eder ve Kürdistan’ın kuzey sınırındaki daha küçük emirliklerden, yani Çemişkezek, Sagman, Pertek, Palu, Çermik, Genc ve Atak’tan da geçer. İlk üçü (Osmanlılarla ilişkilerini değiştiren emirlikler hakkında Şerefname ilginç bir rakam verir) artık Kürtlerde değildir ama normal bir Osmanlı sancağı statüsündedir. Çelebi, Güney Kürdistan’da (ki Şerefname’nin pek bilgi vermez) Şahrazur’un (başkenti Kerkük) 18 normal sancağın yanı sıra iki tane de tümüyle bağımsız kazası (Gaziyan ve Mehrevan) olduğundan bahseder.[19] Emirliklerin önemli kasabalarını anlatırken herhangi bir yerde gördüğü kasaba ve şehir anlatım kalıbını tekrarlamasına rağmen ayrıntıların derecesi bir yerden diğerine değişir. Genellikle şehrin Osmanlının egemenliğine geçişiyle neticelenen tarihi bir giriş yapar. Bunu hükümet ve idareyle ilgili bilgiler ve resmi makamların bir listesi takip eder. Ardından önemli yapılar, daima aynı düzende anlatılır: Kale ve şehir surları, camiler, medreseler, derviş tekkeleri, çeşmeler, özel konalar, çarşılar. Her anlatı, nüfus, yerel gelenekler ve kültür hakkında bilgi kırıntılarıyla son bulur. Evliya Çelebi’nin en tafsilatlı anlattığı Kürt emirliği, Köhler’in ve Sakisian’ın özet çevirilerinden nispeten iyi bilinen Bitlis Emirliği’dir. Küçük emirliklerden bir tanesine örnek olması için Palu anlatımını burada özetliyorum: “…sene 921 târîhinde Selîm Hân vezîri Bıyıklı Mehemmed Paşa’ya hâkimi muti‘ olup yine kendüye mülkiyyet üzre vilâyeti ihsân olunup hâlâ Diyârbekir eyâletinde mü ‘ebbed hükûmetdir. Evlâd-ı evlâda mutasarrıf olurlar. Evâmirlerinde bunlara dahi Cem cenâb yazılır. Eyaleti mahsûlü kendülere hâss-ı hümayun ifrâz olunmuşdur. Taht-ı hükûmetinde timar ve ze‘âmet ve alaybeği ve çeribaşı yokdur. Hîn-ı gazâda hâkimi iki bin asker süvâr olur…Ve âsitâne tarafından yüz elli akçe kazâdır. Müftîsi ve nakîbü’l-eşrâfı ve kethüdâyeri ve yeniçeri serdârı ve dizdârı ve neferâtları yokdur. Ammâ muhtesibi ve şehir voyvodası vardır.”“….Der-eşkâl-i kal‘a-i Palu:Murâd nehri kenarında hakkâ ki mânend-i Kahkahâ eflâke ser çekmiş bir seng-binâ bir küçük kal‘adır. Ammâ bir tarafdan havâlesi olmamağıla bir vechile zafer mümkin değildir. Hattâ Timur görüp aslâ mukayyed olamayup ubûr etmişdir. Derûn-ı kal‘ada İbrâhîm Beğ’den gayri askeriyle sâkin olur bir ferd-i âferîde yokdur. Ve sâkîn olmak da mümkin değildir zîrâ her bâr kal‘aya urûc etmede usret çekerler. Derûn-ı kal‘ada bir câmi‘ ve cebehâne ve mahzenler ve su sarnıçları vardır. Nehr-i Murâd’a nüzûl eder kayalar içre mestûr bir su yolu vardır….Nehr-i Murâd sâhilinde (…) bin aded tûrab ile mestûr (…) lı hâne-i ma’mûrlardır.”“…Palu’nun garbında Ergani ve Eğil birer konakdır. Şimâlinde Harput bir menzildir. Kıblesinde Diyârbekir iki menzildir(….) Andan bu kal‘a-i Palu ensesinde Bağın nam bağı İrem-misâl bir köydür. . Kürdîstân içre meşhûr-ı âfâk bir mesîregâh [u] teferrücgâh hıyâbân-ı kuyâhdır. Kim Palu beğlerinin hassıdır. Andan bir nehr-i zûlal bir kayadan tulû‘ eder âb-ı hayâtdan nişân verir. Şattü’l Arab’ın üç başı vardır. İbtidâsı budur kim edîm-i arzda lâ nazîr bir nehri âb-ı hayvândır.”[20] [21] [22]Bu satırlar tek başına ilginç olmayabilir ama diğer kaynaklardaki bilgilerle ilişkilendirildiğinde Evliya Çelebi’nin gözlemleri, arşiv belgelerine renk ve yaşam katar. Seyahatname’nin tamamında emirlikler üzerine yaptığı bütün gözlemler sistematik bir analize tutulduğunda emirlikler arasındaki fark hakkında daha iyi bir fikir edinilebilir. Evliya Çelebi tarafından sunulan zengin detaylı malzemeyebaşka birörnek de, aşağıda ki kısımda ele alınan Diyarbakır ile (yayımlanmamış) ilgili bölümlerdir.

Evliya Amadiya’da

Amadiya, Kürt emirlikleri arasında en özerk ve en güçlü olarak öne çıkar. Evliya Çelebi, diğer herhangi bir Osmanlı eyaletinde olduğu gibi buranın da bir dizi sancağa ayrıldığını gözler, fakat memurluklara yapılan atamalar sultan tarafından veya Irak’taki uygulamanın tersine Bağdad valisi tarafından değil, Amadiya hanı tarafından yapılmaktadır. Sipahi ordusunu besleyecek Osmanlı tımar, zeamet sistemi veya yeniçeri birlikleri ya da eyalette başkaca Osmanlı askeri görevlisi yoktur. Önemli politik müzakerelerde(divan) Amadiya hanı, atanmış biri olan Şahrazur valisinin hemen altında oturmaktadır yani statüsü validen çok az düşüktür. Osmanlının Irak’taki askeri operasyonlarına – Irak’ın, İran kontrolüne geçmesinden sonra geri alınması için yapılanlar– han, silahlı adamlarıyla beraber katılmak durumundadır; Amadiya ve Sahrazur öncü kuvvetleri oluşturmaktadırlar ve birlikler Diyarbakır eyaletinden geçerken de artçı kuvvetleri oluşturuyorlardı.Amadiya eyaletinin(Bahadinan) sancakları da – Evliya Çelebi, bunlar arasında Akra, Şihoyi, Zaho, Duhok, Muzuri and Zibari’yi sayıyor – özerk, babadan kalan unvanları şekilsel olarak Amadiya hanı tarafından onaylanan beylerin yönetimindeydi. Ayrıca büyük aşiretlerin reislerinin pozisyonları resmileşmişti; Çelebi, Sindi ve Selvane aşiret reislerinin Zaho beyinden resmi tanınma beklediklerinden de bahsediyor.[23]Evliya Çelebi’nin biraz vakit geçirdiği Amadiya vilayetinin – ki zamanın vilayet yöneticisi Seyyid Han onu Musul kapısı yakınlarında Muzuri Beyinin sarayına yerleştirmiştir- baş kentinde tipik şehirli bir nüfusu vardır. En göze çarpan unsurlar hanın kullarından (nöker) oluşan ve giysilerinden tanınan daimi ordudur. (Aşiret ordularından farklı olarak sadece savaş zamanı toplanmıyorlardı). Ayrıca tüccarlar vardır. Bunlar mütevazı tüccarlardı ve Diyarbakır, Musul ve Bağdad’takilerden farklı olarak uzun mesafe ticaretiyle uğraşmıyorlardı; Bağdat’la ve Kürdistan’ın kasabalarıyla ticaret yapıyorlardı. Üçüncü grup ise Evliya’nın pek az bilgi verdiği zanaatkarlar ve esnaftır (bunlardan bazıları çizgili şal u şapik giyiyorlardı). Evliya Çelebi’yi en çok etkileyen ve kalabalık bir grup oluşturan ulemaydı. Bunlar, hepsi silahlı, kemerlerinde enli hançerler taşıyan, savaşçılıklarıyla övünen ve savaş için tutuşan adamlardı. Ulemadan biri, Evliya’nın kültürel hayatla ilgili bilgi aldığı Molla Şirwi’ydi. Evliya, Amadiya’nın Kürt kültürünün önemli merkezi olduğunun farkındaydı. Kürt lehçeleri üzerine uzunca bir girişten sonra, Cizre ve Şirvan lehçelerinin diğerlerine göre en rafine ve kibar olduklarını belirttikten sonra (günümüz Türkçesi ile) “en edebi Kürtçe Amadiya Kürtlerinin konuştuğu Kürtçe’dir” der. Amadiya Kürtçesine örnek olarak, yerel ulemadan Molla Ramazan Kürdiki’nin aşağıda birkaç beyitini verdiğimiz kasidesini alıntılar:Reyi li Asef diken walih û heyranê ‘işqDersê Aresto diden serxweş u sekranê ‘işq‘Eqlê kul er bête nîv mektebê ‘işqî demekDê bibitin mezhekî tiflê hewesxanê işq[24]Evliya’nın transkripsiyonunu yaptığı bu kaside muhtemelen mevcut en eski Kürtçe şiirdir, çünkü benim bildiğim erken döneme ait Kürtçe el yazması şiirler, çok daha sonraki tarihlerde yazılmıştır. Evliya’ya göre onun Amadiya’da karşılaştığı zengin Kürt şiirinden tek bir örnektir. Belli ki bölgenin kargaşalı tarihi boyunca daha büyük kısmı kaybolmuştur. Evliya’ya dayanarak Melaye Ceziri’nin nadir bir örnek olmadığını ama Kürtçe tasavvufi şiirler yazan, uzunca bir dönem etkili olmuş çok geniş bir çevrenin en çok, belki de en iyi, anılan şairi olduğunu düşünmek mümkündür.

Kürt tarihi çalışmalarında nasıl ilerleme sağlanabilir?

Şerefname Kürt tarihi ile ilgili en önemli ve tek kaynaktır ama tam olarak anlaşılabilmesi için bulabildiğimiz çağdaşı diğer tarihleri bilmek gerekir. Katib Çelebi’nin Cihannüma’sı ve Mustafa Kazvini’nin daha eski tarihli Nuzhat al-kulub’u coğrafi referanslar olarak vazgeçilmez kaynaklardır; tarihi bağlamda Şerefname’nin aynı dönemle ve bölgeyle ilgilenen, büyük İran ve Osmanlı tarihi çalışmalarıyla mukayese edilmesi gerekir (özellikle Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekriyya’sı, Hasan Rumlu’nun Ahsan ül-tevarih’i, İskender Münşi’nin Tarih-i ‘alam-ara-yi ‘Abbasi’si ve Na’ima Tarihi. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin sistematik analizi - güçlükle başlanan - Şerefname’deki bilgileri desteklemekte yararlı olacaktır. ,Yine de geriye yapılacak iş kalır. Aslında Şerefname Kürt halkının değil, Kürt hanedanlarının tarihidir. Yukarıdan bir bakışı vardır ve erkeklerin ve (özellikle)kadınların sıradan hayatları hakkında değerli olabilecek pek az şey söyler. Aynı şey Osmanlı ve İran kronikleri için de geçerlidir. Sosyal ve ekonomik tarih için başka kaynaklar bulmalıyız. Evliya’nın Seyahatname’si ise pek çok Osmanlı çalışmasına kıyasla daha az seçkincidir (elitist) ve 17.yüzyılın günlük yaşamı için kaynak olarak kullanılabileceği uzun zamandır bilinmektedir. Elbette, şimdiye kadar ortaya çıkarılmamış ya da az tanınan başka zengin kaynaklar da vardır. Osmanlı arşivleri demografi ve ekonomik tarih üstüne zengin malzemeler ihtiva eder ki bunlardan bazıları son zamanlarda basıldı (bkz. Binark, Göyünç, Hütteroth, İlhan, Sevgen, Ünal, Yınanç). Kürt tarihçilerinin kullanmakta zorlandıkları bir başka kaynak kategorisi de komşu Hıristiyan halkların yazdıklarıdır. Müslüman kaynaklarda olmayan siyasi bir itaat durumunu yansıtan Hıristiyan yazarlar, o dönemin aşağıdan bakışını yansıtırlar. Scher(1910) ve Sanjian(1969) Arami ve Ermeni kroniklerinde Kürt tarihiyle ilgili ne kadar çok malzeme bulunabileceğini göstermişlerdir. Bu dillerin uzmanları ile yapılacak işbirliği Kürt tarihçiliğine ciddi katkı sağlayacak gibi gözüküyor.


[1] Çevirenin Notu: İş Bankası Yayınları tarafından 9 cildi yayınlanan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Kürdistan ifadesi kullanılmaktadır.[2] Seyahatname’nin ilk üç cildi bölümler halinde E.J. Brill tarafından Leiden’da basılmıştır. Bunlar Evliya’nın Kürdistan gezilerini içerir: Martin van Bruinessen & Hendrik Boeschoten(ed), Evliya Çelebi in Diyarbekir(1988); Robert Dankoff(ed), Evliya Çelebi in Bitlis(1990); Korkut M. Buğday(ed), Evliya Çelebis Anatolienreise (1996) [3] Evliya’nın gezi yolları Dankoff & Kreiser 1992 tarafından iyi bir şekilde özetlenmiştir. [4]Bak van Bruinessen & Boeschoten 1988, Dankoff 1990. Evliya’nın Bitlis anlatımı ve Kürt beyi Abdal Han’a duyduğu samimi hayranlık gibi konular Köhler(1928), Sakisian(1937) ve van Bruinessen(1992) tarafından çalışılmıştı.[5]Evliya’nın Sincar Yezidilerini ve Firari Mustafa tarafından mağlup edilmelerini anlatışı, ilk basımdan sonra Menzel (1911) tarafından çevrilmişti. [6] Üçdal Yayıncılığın Seyahatname’sini kullanan Lale Yalçın-Heckmann (1991:56) Şeref Han ve Sevgen’in (1968-71) yayımladığı Osmanlı dokümanlarının tersine, yerel politika ve Hakkari aşiretleriyle ilgili ilginç antropolojik bilgiler verir. [7] Meşkure Eren(1960) Evliya’nın ilk ciltte İstanbul’la ilgili kullandığı çok sayıda yazılı kaynağı belirler. Burada ona bir Hıristiyan kitapçı tarafından okunan Yunanca kaynaklarda vardır. Diğer ciltler için benzer araştırmalar henüz yapılmadı ama Eren’in çalışması, Evliya’nın Kürt tarihiyle ilgili kullandığı kaynaklar için iyi bir göstergedir. [8] Bu ilişkilerin pratikte (resmi kuralların tersine) nasıl yürüdüğüne dair tabii ki sayısız Osmanlı belgesi vardır fakat bunların çözümü güçlükle başlamıştır. Evliya’nın gözlemlerini doğrulayan ilginç bir çalışma Kunt(1991)’un Diyarbakır valiliği hesap defteri analizidir. [9] Osmanlılarla olan bu savaş çeyrek asır sonra unutulmamıştır ve Evliya, Safavi işgal döneminden sonra kasabaların Hüsrev Paşaya boyun eğmelerini bununla ilişkilendirir. O dönemdeki olayların özeti için bak Longrigg 1925, s.56-68. [10] Maalesef henüz Cihannüma’nın çözümlemesini yapan bir baskı yapılmamıştır. İbrahim Müteferrika tarafından basılan yararlıdır fakat bilimsel açıdan yetersizdir. Osmanlı-Safevi ilişkileri üstüne sivrilmiş bir tarihçe olan Jean-Louis Bacqué-Grammont bu çalışma üstüne bir kritik yazmayı düşündüğünü belirtmişti. [11] Bağdad K.305, varak 219a.[12] Evliya bir çok yerde ki Yezidiler söz konusu eder, sadece Sincar’da kilerden değil(Menzel 1911), Bitlis ve Hakkari(Dankoff 1990)’de kilerden de bahis eder. Kürdistan ve diğer yerlerdeki heterodoks mezhepler için bak Bruinessen 1997. [13] Bu isim Makdisi’nin bir varyantı olarak ortaya çıkıyor ve bu yüzden bu yazarın Kudüslü olduğu, orada yaşadığı veya Kudüs’e bir hac gezisi yaptığı sanılıyor. Evliya’nın Miğdisi’si Makdisi olarak bilinen Arap tarihçileden biri kesinlikle değildir ve Evliya’nın aktardığı hikayeler büyük Ermeni kroniklerinden herhangi birine uymaz. Bazı bağlamlarda Evliya’nın Miğdişi’yi Ermeni ruhbanın genel adı olarak kullandığı anlaşılıyor.Cf. Dankoff 1986.[14] Cudi, Kur’an’a göre Nuh’un gemisinin karaya oturduğu dağın adıdır. Genellikle Cizre’nin güneyindeki aynı isimli dağ ile bir tutulur. Sincar Dağı da “Sel” efsansiyle ilişkilendirilir: Cudi’ye varmadan önce Nuh’un gemisi, omurgası Sincar’ın tepesine sürtündüğünde hasar görür.(Evliya tarafından anlatılan bu hikaye, içinde bulunduğumuz asırda Yezidilerden dinlenip kayda alınmıştır Wigram & Wigram 1914: 336). Mifarikin(keza Mayyafarikin, halen Silvan) bir Kürt hanedanın başkentiydi, 10-11. yüzyıllarda hüküm süren Mervaniler,bak. al-Fariki 1984. [15] Seyahatname IV, Ms. Bağdad Köşkü 305, varak 218b-219a. Evliya aynı hikayenin değişik varyantlarını verir varak 212b, Hz. Muhammed’in peygamberliğinden 4490 yıl öncesine tarihlenen “Sel” ve Melik Kürdüm’ün Nuh Peygamber hayatta iken Cudi’nin ilk beyi olması. Varak 219a da ki bölümler Kürt lehçelerinin bir dökümüyle ve Evliya’nın Mifarikin yakınlarında kaydettiği bir Kürtçe örneğiyle devam eder(analizi için Bruinessen 1985). [16] Bruinessen 1985; Dankoff 1991: 127-8[17] Bağdad K. 305, varak 372a-b.[18] Bağdad K. 305, varak 376b.[19] Bağdad K. 305, varak 370b.[20] Bağdad K. 198a, 198b, 221b, 222b, 224a, 225a, 226a, 233b. Evliya Awhadullah’ın ismini Bitlis’te ‘Abdal Khan’dan duyduğunu ima eder, fakat bu soy Şerefname’de belitilen herhangi bir soylu figürün ismiyle uyuşmamaktadır. Cf. Bruinessen & Boeschoten 1988: 244. [21] Maaş kadının yargısına verilen öneme işaret etmektedir. Diyarbakır merkezde kadısının maaşı 500 akçe idi.[22]Müftü ve nakib al-aşraf merkezden atanan dini memurlardı. Onların olmayışı Palu’nun Osmanlı dini hiyerarşisinin dışında kaldığını gösterir, ama kadı, Palu beyi tarafından ya da başka şekilde tayin edilebiliyordu. Bey gelirlerini şehir voyvodası topladığı için muhtemeln onun tarafından atanıyordu. [23] Bağdad K. 305, varak 84b-85a. Cf. Bugday 1996 : 240-243. Seyahatname’de çeşitli pasajlarda Evliya Palu üzerine ek bilgi verir. [24] Bağdad K. 305, varak 377a-b.

8 Şubat 2009 Pazar

Diroka Kurd, Kürt Tarihi

Kürtler tarihin en eski çağlarından beri ve M.Ö. 2000 yıllarındaki yazılı belgelere geçtiği gibi Yukarı Mezopotamya'nın (Zagros) en eski halklarından biridir. M.Ö. 2000.li yıllara ait ve Sümerler'den kalma bir yazıtta Kürtler'den söz edilmektedir. Van Gölü'nün güneyinde ve "Su" halkıyla komşu olan Karda veya Kardaka ülkesinden söz edilmektedir. Zagros'un en eski halklarından olan "Guti.lerin Kürtlerin ataları olduğu konusunda tarihçiler hemfikirdir. Guti-Hurri-Kassit-Mitanni-Ürartu ve Medler'in bugünkü Kürtlerin ataları olduğuna ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Prof. Egon Von Eickstedt'e göre; Zagros dağlarının orta ve kuzey bölgelerinde Guti yada Ourtie adı verilen bir halk yaşıyordu. Bu halkın ülkesine de GUTİUM adı verilmiştir. Hem yaşadıkları bölge itibariyle hem de akrabalıkları gayet açık görülen GUTİ ve KARDUKLAR bugünkü Kürtler'in merkezi yerleşim bölgeleri üzerinde yaşıyorlardı. Kürtler ard arda ve kesintisiz krallıklar kurmuş, eski Guti- Hurriler'in, Gutiler'in ve Karduklar'ın soyundan gelmektedir. M.Ö. 401 senesinde askerlerle Zagros'a yürüyüp, yenildikten sonra perişan bir halde geri dönmüş olan eski Yunan'ın ünlü yazarlarından Ksenefon on binlerin geri çekilişini anlatırken Kürtlerin ataları olduğu kabul edilen Karduklar'ın saldırısına uğradıklarını anlatır. Doğu bilimcisi Minorsky'nin Kürt tarihçileri ve yazarları tarafından kabul edilen tez Medler'in Kürtler'in ataları olduğu şeklindedir. Kürt dilbilimcisi ve Latin Kürt Alfabesi'nin kurucusu Celalet Ali Bedirxan da Kürtler'in Medler'in soyundan geldiği ve Hint-Avrupa Dil Ailesi'nden olan Kürtçenin Med Dilinin devamı olduğu yolundaki tezi güçlü bulduğunu ifade ediyor. Günümüzde yapılan karşılaştırmalı dil araştırmaları sonucu olarak, Kürtçe'nin Hint-Avrupa Dil Ailesi'ne mensup olduğu bilimsel olarak kabul edilmiştir.Karduklar, memleketlerini kuşatan Ahemenid İmparatorluğu yönetimi altındaki dönemde özerk yapılarını korumuşlardır. Bununla birlikte ücretli olarak katıldıkları Keyhusrev ve Haleflerinin ordularına büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar Ahemenid İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra arka arkaya Makedonyalıların, Büyük İskender'in ölümünden sonra Suriye Selösileri'nin, Pastersacidleri'nin M.Q. 556 tarihinde İran'daki Sasaniler'in nüfuzu altına girdiler. Kürtler bir dereceye kadar yerel bir özerkliği koruyarak İran ordusunda ortaklaşa veya ücretli askerlik yapmış ve İran İmparatorluğu'nun yücelmesine ye büyümesine yardım etmişlerdir. Kürtler'in İranlılarla ortak hayatı M.S. 652 yılına yani İran İmparatorluğu'nun yıkılmasına kadar devam etmiştir. Kürtler'in Halife Ömer zamanında Müslümanlaştırma sürecine sokulduğu dönem daha iyi biliniyor. Müslüman Araplar tarafından istilaya uğrayan bölge 7. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Araplar'ın boyunduruğu altına girdi. Ünlü Osmanlı Yazarı Şemseddin Sami "Kamus-ül Alem" adlı eserinde Abbasi Halifeliği'nin zayıf düşmesiyle Kürt Reislerinden bir çok adamlarda Musul, Diyarbekir ve Cezire yörelerinde birer kale ve memleket ele geçirip, bir çok küçük hükümetler kurmuşlarsa da, tüm bölgeyi yönetim altına alarak cinsiyet (soy, milliyet) esasına dayalı bir hükümet kurmamışlardı. Kürt Hadebani Aşireti'nin bir kolu olan Ravadiler'den Eyüb bin Sadi bin Reva'nın oğlu olan Selahaddin-i Eyyubi Mısır'da devlete nail olup, kendisi ve çocukları Şam, Halep, Hicaz ve Yemen'de hüküm sürdükleri ve evlatlarıyla, akrabalarının yönetimi altında birçok seçkin hükümetler kurulduğunu anlatır. Alparslan'ın Kürt beyleri yardımı ile 1071 Malazgirt zaferi Selçuklular'a Anadolu'nun kapısını açtı. 14. yüzyılda Moğol istilası Küçük Asya'da ve bütün Ortadoğu'da önemli bir soykırım ve yıkımlar yaparken, bu bölgede yaşayan Kürtler, coğrafyanın verdiği avantaj ve tarihsel deneyimleri ile Timurlenk'in ordularına karşı savaşarak kısmen daha az zarar görmüşlerdir. Bu bölgede hiç bir imparatorluğun tam egemenlik sağlayamaması, Kürtler'in bağımsız beylikler halinde yaşamalarını sağlamıştır.16. yüzyılda Kürt Beylikleri, İranlılarla sürekli savaş halindeydiler. İran Şahı Kürtler'in oturdukları bölgeleri ilhak etmek için sürekli bir çaba içindeydi. 1514 Osmanlı İran Çaldıran Savaşı'ndan sonra Kürtler'in iki imparatorluk arasındaki düşmanlıktan yararlanarak varlıklarını geliştirdikleri görülüyor. Bu durumdan dolayı Kürtler bağımsız bir konuma geldiler. Kürtler'in tarihi ile ilgili ilk eser olan Şerefname, Bitlisli Şeref Han (Bitlis'i) tarafından bu dönemde yazıldı (l 596). Bitlisli Şeref Han'ın yazdığına göre , Kürt bölgesinde bir çok Kürt Beylikleri vardı. Kürt Aşiret Beyleri Çaldıran Savaşı'ndan sonra Yavuz Sultan Selim'in yanında yer aldılar ve Sultan Selim'in İran Şahı Şah İsmail karşısındaki zaferine önemli katkıda bulundular. Sünni Kürtler Sünni Osmanlı Padişahı'nı kendilerine yakın sayıyorlardı. Çaldıran Savaşı'ndan sonra Kürt Beyleri'nden İdris-i Bitlisi'nin çabalarıyla Osmanlı merkezi otoritesiyle Kürtler arasında yapılan antlaşma sonucu, Osmanlı Devleti Kürdistan'da 16 özerk Kürt Beyliği'nin varlığını kabul ediyordu. Kürt Beylikleri'nin bu özerk statüsü 19. Yüzyıl'ın ortalarına kadar devam ediyor. Kürt Beyliklerinden güçlü olanları para basıyorlar, Cuma günleri adlarına hutbe okunuyordu. Kürtler'in yaşadığı coğrafya yeraltı ve yerüstü zenginlikleri nedeniyle ilk çağlardan beri çeşitli istila ve ilhaklara uğramıştır. Bu nedenle Kürt halkı talan, yağma, sömürü, sürgün, soykırım ve asimilasyon gibi çeşitli mağduriyetlere maruz bırakılmıştır. Osmanlı ve İran imparatorlukları arasındaki mücadele ve bölge üzerindeki hak iddiaları sonucu 1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasına kadar süre gelen savaşlarda Kürt halkı iki imparatorluğun baskısı altında varlığını sürdürmüştür. 1639'dan sonra Kürtler'in yaşadıkları coğrafya iki imparatorluk arasında kesin olarak bölüşülmüştür. Alevi Kürtler'in İranlılar, Sünni Kürtler'in de Osmanlılar tarafından kullanılması mezhep ayrılığı, aşiret yapısı, üretim ilişkileri ve coğrafik yapı Kürtler'in birliğini engellemiştir.Osmanlı imparatorluğu batıda toprak kaybettikçe ve sürekli savaşların finansmanı için asker ve para gereksinimi arttıkça, Kürt bölgelerine daha fazla yüklenmek durumunda kalıyordu.Bu durum vergi ve asker vermek istemeyen Kürt Beylerini yer yer isyanlara yöneltiyordu. Bu isyanlardan belli başlıları 1806'daki Abdurrahman Paşa'nın Süleymaniye Bölgesi'ndeki Baban Ayaklanması, 1833-1836 Mir Muhammed Ayaklanması, 1840 Bedirhan Bey Ayaklanması, 1855 Yezdan Şer Ayaklanması, 1877 Bedirhan Osman Paşa ve Kardeşi Hüseyin Kenan Paşa Ayaklanması, 1880 Şeyh Ubeydullah Ayaklanmasıdır.20. yüzyılın başlarından itibaren de imparatorluk sınırları içinde çeşitli Kürt faaliyetlerinin başladığı görülüyor. Bunlar; Mikdat Bedirhan Bey'in Kürdistan Gazetesi (1898). Ali Bedirhan Bey, Şerif Paşa ve Şeyh Abdulkadir'in .Teali ve Terakki-i Kürdistan Gazetesi", "Kürt Teali Cemiyeti", "Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti" ve onun İstanbul'da, kurduğu Kürt Okulu (1908), "Hetavve Kurd", "Jin" dergileri ve çeşitli şehirlerde kurulan "Kürt Kulüpleredir. İki imparatorlukla zaman zaman süre gelen anlaşmazlık ve çatışmalara rağmen Kürt Beylikleri ile iki imparatorluk arasında Kürt Beylikleri'ne tanınan kısmi özerklik veya imtiyazlarla bu statü 1. Emperyalist paylaşım savaşının sonuna kadar devam etmiştir. Savaşa katılan Osmanlı İmparatorluğu'nun Müttefikleri ile birlikte kesin yenilgisinden sonra toprakları emperyalist ülkeler tarafından işgal edilir. Mustafa Kemal Anadolu'ya çıkmadan önce emperyalist devletlerin işgalleri ile birlikte Antep, Maraş ve Urfa'da işgal güçlerine karşı çete savaşları ve direniş başlamıştır. Irak Kürdistanı'ndaki Kürtler'in lideri Şeyh Mahmut Berzenci, bağımsızlık amacıyla İngilizlere karşı savaşıyordu. İngilizler tarafından iki kez Hindistan'a sürgün edildi.Mustafa Kemal milli mücadele döneminde Kürt ileri gelenleriyle girdiği dayanışma sonucu olarak Ruslarla ilk anlaşma olan Gümrü Anlaşması imzalanıyor. Amasya Tamiminde, Kürtlerle ilgili protokolün l. maddesinde "Kürtlerin ulusal ve sosyal haklarının takınacağı..." şeklinde bir ifadeye yer veriliyordu.Mustafa Kemal Nutuk'ta şunları söylüyor; Sevr'de: Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında ve kalan bölge için itilaf devletleri temsilcilerinden kurulacak bir komisyon özerk bir yönetim şekli hazırlayacaktır.Antlaşmanın imzalanmasından l yıl sonra bu bölgenin Kürt halkı, Milletler cemiyeti meclisine başvurarak Kürtler'in çoğunluğunun Türkiye'den ayrı bağımsız bir devlet kurmak istediklerini ispat ederlerse ve Meclis de bunu kabul ederse, Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir. Mart 1921 teklifinde; itilaf Devletleri, şimdiki durumu göz önünde tutarak bu konuda Sevr taslağında değisiklik yapılmasını dikkate alma eğilimindedir. Şu şartla ki, özerk yönetilen bölgelerde Kürt ve Asuri-Keldani çıkarlarının yeterince korunması için tarafınızdan kolaylıklar gösterilsin. Mart 1922 teklifinde; bu durum söz konusu edilmemiştir. Lozan'da; elbette söz konusu ettirilmemiştir. İsmet İnönü ise "Hatıralar" da, Kürtler'in Milli Mücadelede canla başla beraberlik gösterdiklerini ve Lozan görüşmeleri yapılırken de vatansever olarak Türklerle beraber olduklarını anlatır. Daha sonra Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile bugünkü Suriye sınırı belirlenirken, Kürtler'in yaşadığı bölgenin bir kısmı Fransızlar'a akabinde Lozan Antlaşmasıyla Kerkük ve Musul gibi petrolce zengin Kürt illeri İngiliz yönetimine geçmiştir. Bu paylaşım neticesinde Kürtler'in özgürlük mücadeleleri Musul Petrolleri karşılığı İngilizler'le birlikte yıllarca süren mücadelelere rağmen kanla bastırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra giderek Kürtler'in varlığı ret ve inkar edilmeye ve asimilasyon politikası yürütülmeye başlandı. Kürtler yeni bir sürece tabi tutuldu.Kürtler kimi zaman bu politikalara sert tepki gösterdi. Başta verilen sözlerden vazgeçilerek uygulanan bu politikalar karşısında 1925'de Şeyh Sait isyanı başlamıştır. Şeyh Sait isyanın bastırılmasından sonra Takrir-i Sükun Kanunu ve Şark Islahat Planı çıkarılarak yürürlüğe konuyor. Kürt dili yasaklanıyor, Kürtler'in Türk olduğu savı ortaya atılıyor, Kürtler topraklarından zorla çıkartılarak Anadolu.nun değişik yerlerine sürülüyor. Devletin bu politikalar karşısında 1925-1938 yılları arasında başlıcaları Ağrı ve Dersim isyanı olmak üzere 20 civarında isyan yaşandı. 74 yıllık Cumhuriyet Dönemi'nde bölgede ret, inkar, sürgün ve asimilasyon gibi uygulamaları hayata geçirmek için örf-i idare, Umumi Müfettişlik, Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal uygulamaları yürürlüğe konulmuştur.Türkiye'de 1950'lerden 1970'lere kadar Kürt ve Türk aydınlarının Kürt sorununun çözümüne yönelik çabaları çeşitli baskılarla karşılaşmış, on yıllar süren hapis cezaları, siyasi partilerin kapatılması gibi anti-demokratik yöntemlerle bastırılmıştır. Doğu mitingleri ve sonrasında Kürt sorununun çözümüyle ilgili aldığı kararlar sonucu Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılmıştır. Günümüze kadar da bu politikalar sürdürülmüştür. 12 Eylül rejimi ve politikaları ile toplumsal dinamikler bastırılmış, cezalandırılmış, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün baskı altına alınması süreklilik kazanmıştır. Kürt sorununun çözümünde askeri yöntemlere dayalı, militarist anlayış tümüyle ortama egemen olmuştur. Kürtlerin demokratik talepleri şiddet politikaları ile bastırılmaya çalışılmaktadır."Genel Kurmay, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı ve Daire Başkanları'nın bir bölümüne verilen brifing'de Türkiye'nin bir iç savaş halinde bulunduğu vurgulanarak "Türkiye tarihten gelen bir doğu sorununa teslim olmuştur. Askeri yapının iç savaş durumuna uygun hale getirilmesi gerekir" denildi. Milliyet 10 Aralık l997. 1920-1940 yılların arasında Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı ve Tunceli Kanunu çıkarılarak Kürtler batıda çoğunluk oluşturmayacak şekilde iskana tabi tutulmuştur, l940 ile l980 yılları arasında yaşanılan göçlerin geneli ekonomik ve sosyal sebeplere, l980 sonrası göçler ise siyasi ve toplumsal nedenlere dayanmaktadır. Siyasal iktidarlar imzaladığı uluslararası sözleşmelere ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı kalmadığı gibi, Kürt sorunu konusunda düşüncelerini açıklayanlara cezai yaptırımlar uygulayarak susturmaya çalışmaktadır.Bu baskıcı anlayış sonucu 10 yılı aşkındır süren bu düşük yoğunluklu savaşta 30 bini aşkın insan hayatını kaybetti. İnsanlar evlerinden, yerlerinden edildi, köyler boşaltıldı, yakıldı, ormanlar güvenlik bahanesiyle ateşe verildi, yerleşim yerleri bombalandı. Savaş nedeniyle geniş alanlara döşenen mayınlar, halkın can ve mal güvenliğine zarar vermektedir. 3000'in üzerinde köy boşaltılırken 3 milyondan fazla insan yerlerinden yurtlarından uygulanan baskılar nedeniyle ayrılmak zorunda bırakıldı. Üretimden kopan bu insanlar ekonomik sıkıntılarla baş başa açlık, sefalet içinde, çöplüklerden ekmek toplayacak kadar insanlık dışı uygulamalara maruz bırakıldılar.Bölgede sürdürülen savaş, yüzlerce savaş zengini doğurmuştur. Yatırımların düştüğü işsizliğin arttığı ve ekonomik gelişmenin başlangıcında olan bir ülke için gizlenen ve denetlenemeyen konular dışında yılda 16 milyar dolaba varan askeri harcamalar, ekonomik açıdan tüm toplumun yaşam standardının düşmesine neden olmasının ötesinde, toplumun geleceği üzerinde olumsuz etkileri olan bir sürecin varlığına yol açmıştır. Feodal yapı, işsizlik ve uygulanan baskıcı yöntem koruculuk sistemini geliştirmiş, koruculara ücret ödenerek ekonomik kaynaklar kayba uğratılmış ve Kürtler birbirine düşürülerek Kürdü Kürde kırdırma politikası hayata geçirilmiştir. Bölgede 1996 verilerine göre 62.034 köy korucusu, l4.872 gönüllü köy korucusu görev yapmakta ve bunlara her ay 170 milyar maaş ödenmekte. Günümüzde artan korucuları ve son zamanlarda Karadeniz bölgesindeki uygulamalarda katarsak durumun vehameti ortaya çıkmaktadır. 1985-1996 yılları arasında 23.222 korucu görevden atılmış, 296 korucuya adam öldürmekten dava açılmış, diğer yandan aynı korucuların adam, kadın, kız kaçırma, uyuşturucu ve silah kaçakçılığına karıştıkları belirlenmiştir. Olağanüstü hal uygulanan illerde dört yüz bine yakın güvenlik görevlisi bulunmakta. Bölgede artan belirsizlik ve şiddet beraberinde bu güvenlik birimlerinin bazılarının belirsizlikten yararlanarak ekonomik kazanç sağladıkları son çıkan çete olayları ile tespit edilmiştir. Örneğin; Yüksekova'da uyuşturucu pazarını resmi araç kullanarak sürdüren güvenlik birimleri ortaya çıkarılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu'nun 16 Aralık 1996'daki raporuna göre Kürt nüfusunun toplam nüfusa oranı 2010 yılında toplam nüfusun %40'na, 2025'de %50'nin üzerine çıkma eğilimindedir. Kürt nüfusun azaltılması, doğum kontrol yöntemlerinin anlatılması gibi önlemler düşünülmüştür. Bölgedeki imamların %90'ı gardiyanların %80'i öğretmenlerin %43'ünün bölge halkından olduğu söylenerek, bölge halkından personel istihdamının makul seviyelere indirilmesi istenmiştir. Demokratik kuruluşlar, parti ve sendikalar, gazeteler, kültür merkezleri üzerinde baskılar uygulanarak sindirilmeye, sorunun çözümsüzlüğe itilmesine, baskı politikalarıyla süreklilik kazandırılmıştır.Bu süreçler devam ederken yakılan yıkılan yerlerdeki çevre tahribatları tarihi, sosyal, kültürel değerler, gelenek görenekler bir bir yok edilmiştir. Koruculuğu kabul etmeyen köyler yakılmıştır. Geçim kaynakları hayvancılık ve tarım olan insanların geçim kaynakları yok edilmiştir. Türkiye genelinde yaşanılan, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve gözaltında kayıplar bölgede yoğun olarak yaşanmaktadır. Bölgede yaşanan sorunlara ilişkin düşüncelerini açıklayan başta milletvekilleri olmak üzere gazeteciler, bilim adamları, aydınlar ile binlerce insan yüzlerce yıla varan sürelerle cezaevlerine tıkılmaktadır. Yaşanılan savaş bahane edilerek insanlar siyasal, sosyal ve kültürel haklarından mahrum edilmektedirler. Bölgenin doğal kaynakları yıllardır bölge dışına taşınmaktadır. Bu durumda bu kaynaklardan oluşan katma değerden bölge halkı yararlanamamaktadır.Türkiye'yi de bağlayan uluslararası hukuk ilkelerine anlaşma ve sözleşmelere uygun olarak, eşitlik temelinde çok yönlü politik, yönetsel ve kültürel bir demokratik yapılanma oluşturmak zorunlu hale gelmiştir. Kürt sorunu Türkiye'nin iç sorunu olmaktan çıkmış, bölgesel çatışmalarda gündeme getiren uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Sorun demokrasi de, çok seslilikte, ülke mozaiğini kabullenmede, herkese eşit adil haklar sağlanarak, düşünceyi ifade etme ve örgütlenmenin özgür olduğu ortamda çözülür. Şiddetin temel olduğu, pompalandığı bir kültür televizyon ekranlarından yayınlanarak öldürme ve şiddet empoze edilmeye çalışılıyor. Ancak halkın büyük çoğunluğu savaşa karşı ve barış istiyor. Barışın kendisi temel bir İnsan hakkı olduğu kadar dillendirilebilmesi ve savunulabilmesi için de öteki temel hak ve özgürlükleri gerekli kılmaktadır. Barış ancak demokrasi, özgürlük ve insan haklarının olduğu bir ortamda yaşama geçirilebilir. Kürt sorunu emperyalist ülkelerle ve bölgede anti-demokrat!k devletlerin çıkarları ve kirli emelleri doğrultusunda değil, başta Kürt halkının iradesi olmak üzere bölge halklarının Demokrasi ve Özgürlük taleplerine uygun, demokratik, adil, eşitlik temelinde barışçıl yöntemlerle çözülmelidir.Demokratik Çözüm Önerileri;1) Türkiye'de tüm toplumu büyük çapta sıkıntılara sokan savaşa son verilmelidir.2) Kürt kimliği tanınmalı ve anayasal güvence altına alınmalıdır. Kürt dili ve kültürü üzerinde her türlü kısıtlayıcı politikalardan vazgeçilmeli, Kürt dili ve kültürü korunmalı, gelişmesi için olanak tanınmalıdır. Türkler'in ve Kürtlerin birarada kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayabilecekleri demokratik bir düzen zaman kaybedilmeden kurulmalıdır.3) Zorunlu göç nedeni ile köyünü ve yöresini terk etmek zorunda bırakılan insanların tüm maddi kayıpları tazmin edilmeli ve bunların can ve mal güvenliği sağlanarak özgürce yerlerine geri dönüşleri sağlanmalıdır.4) Kürt sorunun tartışılmasını engelleyen, düşünceyi ifade etme ve örgütlenme özgürlüğü önünde engel olan tüm yasalar kaldırılmalıdır.5) Demokrasinin yerleşmesi için Türkiye'nin de taraf olduğu Uluslararası Sözleşmeler iç hukuka yerleştirilmelidir. Başta Anayasa olmak üzere anti- demokratik tüm yasalar gözden geçirilip, demokratik hukuk devleti normlarına uygun hale getirilmelidir.6) Olağanüstü Hal, Koruculuk Sistemi, İller Yasası ve Merkezi Kriz Yönetmeliği kaldırılmalıdır.7) Ülkede kalıcı barışın sağlanması için tüm siyasi tutuklulara ayrımsız genel af çıkarılmalıdır.8) Savaş ortamında gelişen çeteler,ortaya çıkarılmalı faili meçhuller aydınlatılmalı ve tüm failleri yargılanmalıdır.

Hz. Nuh & Hz. İbrahim Kürt Soyu Üzerine Bir Araştırma

Nuh Aleyhisselâm Yeryüzünde, küfrün yayılmasından sonra, insanları İslâm dinine davet etmek için Allâh, Nuh (aleyhisselam) adında bir Peygamber gönderdi. İnsanları, bir ve tek olan,eşi ve benzeri olmayan,uluhiyette ortağı olmayan Allâh’ın ibadetine davet etti.Nuh Peygamber ile İdris Peygamber arasındaki geçen zaman bin yıldır.Nuh Peygamber insanlara : ” Ey insanlar ! Allâh’tan başka taptığınız şeyleri bırakıp yalnızca Allâh’a tapın.O beş puta tapmayı bırakıp yalnızca ibadete müstahak olan Allâh’a ibadet edin , O’na tapın ” derdi.Kâfirleri Allâh’ın ibadetine davet etmek için ilk gönderilen Resul Nuh aleyhisselamdır.NUH’UN GEMİSİNuh Peygamber 950 yıl boyunca insanları tek ilâh olan Allâh’ın ibadetine davet etmesine rağmen insanların çoğu Nuh Peygamberi yalanlıyor, Onunla alay ediyor ve Ona eza veriyorlardı. Daha sonra Allâh, kendisine ( Nuh’a ) kavminden iman edenlerden başka kimse iman etmeyeceğini vahyetmiştir. Nuh Peygambere iman edenlerin sayısı 83 kişi civarındaydı. Nuh Peygamber Kâfirlere beddua etti. Allâh-u Teâlâ ”Nuh” Sûresinin 26. âyetinde Nuh’un bedduasının hakkında şöyle buyuruyor: وَقَالَ نوُح ٌرَبِّ لاَ تَذَرْ عَلىَ الأَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّاراً Anlamı : ” Ey Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfiri canlı bırakma.”Allâh, Nuh Peygambere bir gemi yapmasını vahyedip onu nasıl yapacağını öğretti. Gemiyi yaptıktan sonra kendisi bindi ve ona iman eden üç çocuğunu eşleriyle beraber ve akrabası olmayan fakat kendine iman edenleri de bindirdi.O gemiye inek, koyun ve sayre gibi hayvanlardan bir erkek ve bir dişi olmak üzere ikişer ikişer bindirdi.Sonra Allâh, yerlere sularını fışkırtmasını göklere sularını indirmesini emretti. Sular bütün yeryüzünü kapladı. Sadece gemi ve içindekiler kurtuldu.Cudi DağıAllâh, Nuh Peygamberi yalanlayıp putlara tapmaya devam eden bütün insanları yeri kaplayan suyla boğdu. Sonra gökten inen sular durdu, yerler de üstündeki suları yuttu. Yerler tufandan önceki gibi kupkuru oldu. Gemi Irak’ta bulunan Cudi dağında durdu. Sonra Nuh Peygamber ve beraberindekiler yeryüzüne indiler.Nuh Çocuklarının ZürriyetiNuh Peygamberin gemisi Cudi dağında durdu. Nuh Peygamber ve kendine iman edenler yere indiler.Gemiden inenlerden hiç birinin çocuğu olmadı, yalnız Nuh Peygamberin iman eden Sêm, Hâm ve Yêfis adlı üç çocuğun çocukları oldu.Arap, Acem, Hint, zenci ve diğer bütün insanlar Nuh Peygamberin üç çocuğunun zürriyetindendir.İBRAHİM ALEYHİSSELAMHz. İbrahim Ulü’l-Azm denilen büyük peygamberlerden biridir. Ulü’l-Azm denilen peygamberler, Hz. Muhammed aleyhisselâm, Nûh aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm ve İsa aleyhisselâm olmak üzere beş peygamberdir.İbrahim aleyhiselâm, Hz. Nuh’un oğullarından Sam’ın soyundandır. Babasının ismi Azer, annesininki ise Emile’dir. Kendisi, İsa aleyhisselâmın doğumundan yaklaşık iki bin yıl önce doğmuştur. Nuh peygamberin çocukları yeryüzüne dağıldıktan sonra Ham’ın soyundan Nemrut adında bir adam, bir çok kabileleri başına toplayarak Babil’de, şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Babil hükümetini kurmuştu. Babil ülkesine Geldenistan denildiği gibi, hükümdarlarına da Nemrut denirdi.İbrahim aleyhisselâm daha doğmadan Nemrut rüyasında bir yıldızın doğduğunu görmüştü ki, yıldızın parlaklığı ayın aydınlığını, güneşin ziyasını bastırıyordu. Bunu tabir eden Nemrut’un kahinleri, “Ülkede şu yılda bir çocuk doğacak, halkın dinini değiştirecek. Senin ölümün onun elinden olacaktır”, dediler. Bu haberi alan Nemrut yeni doğan erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bunun üzerine doğan bütün erkek çocuklar öldürüldü. İbrahim aleyhisselâmın annesi ise; doğum yapma zamanı gelince, geceleyin evinden çıkarak yakınlarda bulunan bir mağaraya gitti. İbrahim aleyhisselâmı orada doğurdu. Annesi; yeni doğan bir çocuk için ne yapmak lazımsa hepsini yaptıktan, Hz. İbrahim’i sarıp sarmaladıktan sonra, mağaranın ağzını kapatarak evine döndü. Ara sıra gelip oğlunu yoklamayı ve onu beslemeyi de ihmal etmedi. İbrahim aleyhisselâm bazen baş parmağını ağzına alıyor ve Yüce Allah’ın özel bir ikramı olarak karnını doyuruyordu. İbrahim aleyhisselâm, mağarada bir günde bir haftalık, bir haftada bir aylık ve bir ayda bir yıllık gibi hızla büyüdü. Mağarada on beş ay kaldıktan sonra o yıl doğan bir çocuk olduğu anlaşılmadığı için dışarı çıkarıldı.Hz. İbrahim’in dünyaya geldiği sıralarda Babil halkı arasında sapık bir din türemişti. Halk, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlara tapmakta idi. Ayrıca bu kavim yıldızlara ait bilgilerle uğraşırlar; güneşin, ayın tutulacağı tarihi hesaplarlardı. İbrahim peygamberin babasının adı Azer’di ve o da putçulukla uğraşmaktaydı. Yüce Allah, bu kavmi doğru yola iletmesi için İbrahim aleyhisselâma Cebrail aleyhisselâmı gönderip dinini öğretti ve kendisini kavmine peygamber olarak gönderdi. Ona on sayfalık bir kitap verdiHz. İbrahim, Babil halkına gerçek dini bildirmeye başladı, onları hak dine çağırdı. Doğup batan, sönüp giden şeylerin tapılmaya uygun bulunmadığını onlara söyledi. Bir gün, tüm şehir halkı, çoluğuyla-çocuğuyla, kadınıyla erkeğiyle bayram için şehir dışına çıkmıştı. İbrahim aleyhisselâm bu sırada puthaneye girdi ve eline geçirdiği baltayla oradaki putları, böğürlerinden vurup yaraladı. Baltayı da en büyük putun boynuna astıktan sonra, puthaneden çıkıp gitti. Kavmi şehre döndüğünde putların yaralanmış olduğunu görünce İbrahim aleyhisselâmdan şüphelendiler ve O’nun yanına geldiler ve bu işi kimin yaptığını sordular. Hz. İbrahim: “Eğer söyleyebilirse sorunuz; bunu büyük put yapmıştır.” dedi. Bunun üzerine kavmi:“Hiç cansız olan bir put böyle bir şey yapabilir mi?” diye itiraz ettiler. Hz. İbrahim de: “Madem ki bunlar cansız, ellerinden bir şey gelmez şeylerdir, artık niçin bunlara tapıyorsunuz?” dedi. İbrahim aleyhisselâm bu cahil kavme, ne kadar sapıklık ve anlayışsızlık içinde kaldıklarını bu hareketi ile anlatmak istemişti. Bunun üzerine hepsi biraz sustular, cahilliklerini anlar gibi oldular. Ne yazık ki, cehâlet gururları tekrar baş gösterdi ve sapkınlıklarında ısrar ettiler. Durumu haber alan Nemrut, İbrahim aleyhisselâmın kendi huzuruna getirilmesini emretti. Hz. İbrahim onun huzuruna götürüldü. Mesele yeni baştan ele alındı. İbrahim aleyhisselâm Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığını, putların kimseye fayda ve zarar vermeyen mahluklar olduklarını bir kere de Nemrut’un yüzüne karşı söyledi. Nemrut ise kendisinin ilah olduğunu iddia etti ve:“Söyle bakalım senin Rabbin kimdir?” dedi. Hz. İbrahim: “Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir.”, dedi. Bunun üzerine Nemrut:“Ben de hayat verir ve öldürürüm.” dedi ve zindandan iki kişi getirterek birinin boynunu vurdurdu diğerini ise serbest bıraktı. Tekrar İbrahim aleyhisselâma dönerek:“İşte gördün! Ben de hayat verdim ve öldürdüm.” dedi. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselâm, şu mânidar sözleri söyledi:“Benim Rabbim, güneşi doğu taraftan getirir. Haydi sen de onu batı taraftan getir.”Bu defa kâfir Nemrut sendeledi. Beklemediği bir teklifin karşısında kalmış, şaşırmıştı. Ama o iman etmek yerine Hz. İbrahim’i cezalandırmaya karar verdi ve hemen büyükçe bir ateşin yakılmasını emretti. İbrahim aleyhisselâm Nemruta karşı gelmenin cezası olarak ateşe atılacaktı. Ateş için üç ay boyunca odun toplandı. Bunlar bir ocağa koyuldu ve ocak her taraftan tutuşturuldu. Ateş o kadar alevlenmişti ki, uçan kuşlar oradan geçecek olsalar hararetin şiddetinden yanıp kavruluyorlardı. İbrahim aleyhisselâmı yüksekçe bir yere çıkardılar, ellerini ve ayaklarını bağladıktan sonra mancınıkla ateşin ortasına attılar. Fakat ateş Yüce Allah’tan “Ey Ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmetli ol” emrini almıştı. Bu sebeple ateş, bir gül bahçesi oldu ve İbrahim aleyhisselâmı yakmadı, sadece İbrahim aleyhisselâmın el ve ayaklarında bulunan ipleri yaktı ve Onun serbest kalmasını sağladı. İbrahim aleyhisselâm ateş içerisinde kırk elli gün kaldı. Allah'ın bu mucizesini görenlerden bazıları Ona iman ettiler. Ateşin Hz. İbrahim’i yakmadığını gören Nemrut Onu serbest bıraktı. Bu olaydan sonra Hz. İbrahim’e, amcasının kızı Sâre de iman etti. Hz. İbrahim de otuz yedi yaşında iken, Hz. Sâre ile evlendi. İman eden bir başka şahıs da Hz. İbrahim’in kardeşi Harran’ın oğlu Lût idi. İbrahim aleyhisselâm, iman edenlerle birlikte kendi aile halkını yanına alarak Şam memleketine hicret etti. Nemrut, Hz. İbrahim’den sonra yine saltanatını aynı hızla, aynı dalalet içinde devam ettirme sevdasındaydı. Lakin durup dururken burnuna giren sinek her şeyi alt üst etti. Ne yapıldıysa, sinek bir türlü çıkarılamadı. Sinek adım adım ilerliyor, ilerledikçe Nemrut deli divâne oluyordu. Nihayet Nemrut’ta onu vura vura öldüreceği kanaati hasıl oldu. Kendi kafasına balyozla vurulmasını emretti. İndirilen balyoz darbeleri sineğin önüne geçen şeyi kemirerek beyne kadar gitmesine mani olamadı ve Nemrut balyoz darbeleri altında son nefesini verdi. İlahlık iddia eden Nemrut küçük bir sineğe mağlup olmuştu.İbrahim aleyhisselâm zevcesi Sâre ile birlikte Mısır’a vardığında orada Mısır Meliki anlamına gelen Firavunlardan Sinan b. Ulvan hüküm sürmekteydi. İbrahim aleyhisselâm ve eşi şehre girince şehrin giriş kapısındaki vazifeli müfettişler, Hz. Sâre’yi görür görmez yüzünün güzelliğine hayran oldular ve bunu Firavun’a bildirdiler. Bunun üzerine Firavun İbrahim aleyhisselâmı sarayına getirtti ve yanındakinin kim olduğunu sordu. İbrahim aleyhisselâm “Kardeşimdir” diyerek cevap verdi. İhtimal ki Hz. İbrahim, karım dediği zaman Firavunun kendisini öldürüp, Hz. Sâre’ye sahip olma arzusuna kapılacağını, kardeşimdir derse kendisini öldürmekten vazgeçip sadece Hz. Sâre’yi alma derdine düşeceğini, Yüce Allah’ın ise buna izin vermeyeceğini düşünmüştü. Ve nitekim böyle de oldu. Daha sonra, Hz. Sâre’yi sarayına getirten Firavun, Ona elini uzatmak istedi fakat eli tutulakaldı. Firavun Birkaç defa daha, Hz. Sâre’ye dokunmak için teşebbüs ettiyse de, her defasında donakaldı ve yerinden kımıldayamadı. Bunun üzerine de Hz. Sâre’yi serbest bıraktı ve Ona bol ikramlarda bulundu. Takdim edilen hediyeler arasında Hacer isimli bir cariye de vardı.İbrahim aleyhisselâm ve tabileri daha sonraları Filistin topraklarına yerleştiler. Yüce Allah, İbrahim aleyhisselâma mal ve servet bolluğu verdi. Kendisi burada konuklarına bol bol ikramlarda bulundu. Hz. İbrahim’in oğlu olmuyordu. Kendisi Allah’tan oğul diledi ve, “Ey Rabbim bana salihlerden evlat nasip et” diye duada bulundu. Bu sırada Hz. Sâre bir hayli yaşlanmış ve İbrahim aleyhisselâma çocuk veremeyecek hale gelmişti. Bunun üzerine cariye olan Hz. Hacer’i, İbrahim aleyhisselâma bağışladı ve onunla evlenmesini teklif etti. İbrahim aleyhisselâm da Hz. Hacer ile evlendi. O güne kadar cariye-hizmetçi durumunda olan Hz. Hacer artık evin ikinci hanımı olmuştu. İbrahim aleyhisselâm seksen altı yaşında bulunduğu bir sırada, İsmail aleyhisselâm Hz. Hacer’den doğdu. İbrahim aleyhisselâmın ikinci oğlu olan İshak aleyhisselâm ise, Hz. Sâre’den dünyaya gelmiştir. İsmail aleyhisselâm ile aralarında on dört yaş farkı vardır. Hz. Sâre, İsmail aleyhisselâmın doğumundan sonra, Hz. Hacer’i kıskanmaya, çekememeye başladı. Yüce Allah; İbrahim aleyhisselâma, Hz. Hacer’le İsmail aleyhisselâmı Belde-i Haram’a götürmesini vahyetti. Bunun üzerine Burak’a binen İbrahim aleyhisselâm yanına Hz. Hacer ve Hz. İsmail’i de alarak Mekke’ye gitti. O zaman Mekke’de hiç kimse, hiçbir hayvan, hatta içecek su bile yoktu. İbrahim aleyhisselâm; bu anne ve oğlu buraya bıraktı. Yanlarına da bir miktar yiyecek ve içecek bıraktı. Sonra da Şam tarafındaki ailesinin yanına geri döndü. Bir süre sonra Hz. Hacer ve Hz. İsmail’in suları tükendi. Hz. Hacer su bulmak amacıyla Safa ve Merve Tepesi arasında yedi defa gidip geldi. Hz. Hacer’in Safâ ile Merve arasına gidip gelmekle meşgul olması, hem bir kimse görebilme ümidinden, hem de açlıktan susuzluktan kıvranan yavrusunun can verişini gözleriyle görmek istemeyişinden ileri geliyordu. Hz. Hacer son defa Merve Tepesi üzerine çıktığında bir ses duydu ve bu sesi dinleyerek topuğunu yere vurdu ve topuğunun vurduğu yerden su kaynamaya başladı. Bu suya Zemzem adı verildi. Bu kuyunun suyu, dünyanın en değerli, en mübarek suyu idi. Acıkanı doyuran, susayanın susuzluğunu gideren bir özelliğe sahipti.Hz. Hacer susuzluğunu gideren, karnını tok tutan bu sudan içiyor, yavrusuna içiriyor, Mevlasına şükrediyor, hamdediyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyoruz. Bir gün Cürhüm kabilesinden oluşan bir kafile, buradan geçerken suyu buldular ve hayrete düştüler. Suyu içtikleri zaman hayretleri bir kat daha arttı. Hz. Hacer’den burada konaklamak için izin aldılar ve buraya yerleştiler. Böylece Mekke’nin ilk sakinleri belli olmuştu: Evvela Hz. Hacer ve oğlu İsmail (a.s), daha sonra da Cürhüm kabilesi halkı. İbrahim aleyhisselâm arasıra Hz. Hacer ve oğlunu ziyarete geliyor ve ihtiyaçlarını gideriyordu. İbrahim aleyhisselâm bir gün rüyasında oğlu İsmail aleyhisselâmı kurban ettiğini gördü. Uyanınca buna bir mânâ veremedi. Böyle bir adağı yoktu. Fakat iki gün daha üst üste aynı rüyayı görünce bunun bir ilâhî emir olduğunu anladı ve emri yerine getirmek üzere yola çıktı. İbrahim aleyhisselâm, uzun bir yolculuktan sonra tekrar Mekke’ye geldi ve bu sıralarda yedi yaşında bulunan oğlu İsmail’i odun toplamak niyetiyle tenha bir yere götürdü. Onu, Allah rızası için kurban etmek istiyordu. Bu sevimli yavru da: “Babacığım emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun” diyordu. Bu, Allah yolunda olan fedakarlığın en yüce bir nişanı idi. Fakat yüce Allah lütfetti. Baba ile oğlun teslimiyetine mükâfat olarak bıçak kesmedi. Allah-ü Teâlâ, Hz. İsmail yerine kurban edilecek bir koç ihsan etti. Getirilen koç, İbrahim aleyhisselâm tarafından “Bismillahi Allahü Ekber” denilerek boğazlandı. Hz. İsmail’i kesmeyen bıçak bu defa görevini yerine getirmiş, biraz evvelki kesmeyişinin de Yüce Mevla’nın iznine bağlı olduğunu açıkça ortaya çıkmıştı. Bundan böyle Zilhicce ayının onuncu gününe rastlayan Kurban Bayramı günlerinde hali vakti yerinde olan mü’minler, bu muhterem ailenin aziz bir hatırası olarak Allah rızası için kurban kesecekler, onlardan bize kalmış olan şerefli bir sünneti icra etmiş olacaklardı. İsmail aleyhisselâm yirmi yaşında iken annesi Hacer doksan yaşlarında vefat etti. Yine bu dönemlerde İbrahim aleyhisselâm Yüce Allah’tan bir emir daha aldı. Cenâb-ı Mevla, Zat-ı Şerifi için özel olarak bir beyt (ev) yapılmasını emretmiş ve ustabaşı olarak da Sevgili Dostu’nu seçmişti. Binanın yeri Yüce Mevla tarafından tayin edilmişti. Gelen emir sonrasında Hz. İbrahim tekrar Mekke’ye geldi ve oğlu İsmail aleyhisselâm ile birlikte Kâbe’yi inşa ettiler. Bu sırada İsmail aleyhisselâm otuz yaşlarında idi. Kâbe’nin tamamlanmasından sonra İbrahim aleyhisselâm insanlara Allah’ın bir emri olan haccı ilan etmiş ve hac vazifesini tamamladıktan sonra yurduna dönmüştür.Kâbe’nin yapımı esnasında, Hz. Sâre, yüz yirmi yedi yaşında iken Kenan ilinde vefat etti. İbrahim aleyhisselâm da yine bu ilde hastalanmış ve yüz yetmiş beş yaşında vefat etmiştir. Kendisi Hz. Sâre’nin gömülü olduğu yere gömülmüştür. Hz. İbrahim’e Halilullah da denir. Ayrıca Ebu’l-Enbiya (Peygamberler Babası) olarak da bilinmektedir. Kendisi son derece misafirperver idi. Misafir bulabilmek için, iki mil hatta daha da çok yürüdüğü olurdu. Minberde hutbe okumak, misvak kullanmak, sünnet olmak, tırnak kesmek işleri Hz. İbrahim’in bazı sünnetlerindendir. İbrâhim aleyhisselâmın dîni, Hanîf dînidir. Hanif, yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsınadır. İbrâhim aleyhisselâm, Babil kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları aşağılayıp, Allahü Teâlâ’ya ibâdet ettiği için Hanîf denilmiştir. Ayrıca, kendiside eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din mânâsında da Hanîf dîni denilmiştir. Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önceki Araplardan birçok kimse Hanîf dînine mensuptu.İbrâhim Aleyhisselâmın bilinen mûcizeleri ise şöyledir:Cansız olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar (dört kuş), İbrâhim aleyhisselâmın çağırması üzere yeniden dirilmişlerdir. İbrâhim aleyhisselâmın mûcizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. Rivâyete göre İbrâhim aleyhisselâm, Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahâli, durumlarını İbrâhim aleyhisselâma anlattı. İbrâhim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mûcizeyi gören pek çok kimse îmân etti. Bâzen yırtıcı ve yabânî hayvanlar İbrâhim aleyhisselâmla beraber giderler ve dile gelerek gâyet açık bir şekilde onunla konuşurlardı. Hz. İbrahim, bir defâsında, hanımı Hz. Hacer ve oğlu İsmâil'le görüşmek ve onları ziyâret etmek için Mekke'ye gitmişti. Şam'a geri dönüşünde birçok yabânî hayvan, İbrâhim aleyhisselâm ile berâber yürüyüp, onunla açıkça konuştular. İbrâhim aleyhisselâm, duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Kendisi eşi ile beraber Mısır'a gittiğinde, zevcesi Hz. Sâre'ye musallat olmak isteyen Firavun, Hz. Sâre'yi sarayına alınca, İbrâhim aleyhisselâm dışardan içeriyi seyretmiştir. Sarayın duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. İbrâhim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinden ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden gelmiş, duâsı üzerine mûcizeyi göstermiştir. İbrâhim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hz. İsmâil de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı.Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun.

6 Şubat 2009 Cuma

Dersim'in dönekleri

Evrensel gözle dünyayı algılayan biri, böylesi Dersimlileri anlamakta zorlanır. Neden mi diyeceksiniz? Çünkü bu tür Dersimli; gazete okumuşsa, kendisini filozof görür. Onun yanlışı mutlaka doğrudur, onda ısrarlı olur. Kulaktan duyduğunu, ya da kulağına üflenen söyleme sonuna kadar sarılır. Sömürgeci devletin verdiği çarpık bilinçle hareket eder, pragmatist olur, köşe dönmeyi düşünür. Sıkıntıda araziye uyar. Ama yine de kendisi olmazsa Dersim olmaz, megalo iddiasında bulunur. Cebinde biraz para olunca, yalanla pupa yelken gemi yürütür. Dersim için maddi manevi metelik katkısı yoktur, ya da sadaka verir kadardır, yine de Dersim’in hamisi geçinir. Liste uzundur.

Peki Dersim’de ne olmuştu? 70’li yıllardan başlayalım. Dersim’e Türk solu hücum etmişti. Aydın, İzmir, Bolu’da örgütlenmeyen Türk solu, ille Dersim diyordu. Bunun bir sebebi olmalıydı. Ne sosyalizm, ne demokrasi, ne insanlıktan nasibini almış, acayip geri ve soldan başka herşey olan bu sözde siyasetler, mantar biter gibi ortaya çıkarken, insanımızı Marx, Lenin, Mao yaptılar, ama Kürt olmayı yasak gördüler. Tam da devletin istediği bir duruştu bu. Onun için teşvik gördüler. Onlara göre Kürt olmak, sosyalizm ve demokrasiye terstir. Bu suretle toplumu değerlerinden boşalttılar.

Sonra 1980 faşist darbesi Kürtleri tırpanlarken, bizim bu “kahraman solcular“ fare gibi bir deliğe girip araziye uydular. Burada hemen bir parantez açıp, gerçek ve namuslu, ser verip sır vermeyen yiğit solcuları dışarda tuttuğumu arz edeyim. Kürt mücadelesi yükselirken, bunlar diasporada yine gizli eller tarafından iş başına getirildi. Konsoloslukların has adamı bunlardı. Ancak eski sol düşünce revize edilmiş, bahsedilen Dersimlilerimiz, MİT’in has ajanı Ebubekir Pamukçu’nun müridi olmuş, Dersimliler Kürt değil, Zaza’dır denmeye başlamıştı. “Zazacılık, Zaza ulusu, Zazaca“ gibi kavramlar bu dönemde dillendirildi. Bu Mao, Stalin, Pol Pot yandaşı üç dünya teorisyeni Dersimliler sonra Alevilik yapmaya, biz Kürt değil Aleviyiz, hatta “Özbeöz Türk biziz“ demeye başladılar. Kürtler düşman görüldü. Cemlerini; cemi yasaklayan Kemal Atatürk’ün posteri altında ve Türk bayrağı gölgesinde yaptılar, yapıyorlar. Kürt sembolleri, Kürt bayrağından cin çarpmış gibi korkuyor bunlar.

Gel zaman git zaman, Zazacılık tutmadı. Tutamazdı, çünkü dışardan sahte sol ve MİT Ajanı tarafından halkımıza dayatılan devlet güdümlü bölmeydi. Sol da bitmişti. Alevilik; Türklük ve Kemalizm ile özdeşleştirilmiş, artık dün savundukları kalmamış, boşlukta duran bu umutsuz ve inançsız Dersimliler, evir çevir devletin okkus pokusuna uygun, “kart-kurt“ teorisine taş çıkartan tarzda, bu kez de Dersim’e “Desim“, konuşulan Kırmanci’ye de; “Dersimce“ demezler mi? Bunları görünce Seyid Rıza’nın meşhur sözleri: “Ben senin yalan ve hilelerinle baş edemedim; bu bana dert oldu“ aklıma geliyor. Bu ne oyun, bu ne kıvraklık? Kürt olmamak için her çamura yatmak, daha doğrusu Türk devletine hizmet yarışına girmek; işte bunlar Dersim’in Rayverleri, ihbarcıları, günümüzün Ergenekoncularıdır.

Türk devleti, Kürt halkını kollektif kimliğiyle tanımıyor. Kürtler, doğuştan gelen hak olan anadilini devlet okullarında öğrenemiyor. Kürt kimliği, kültürü, tarihi üzerinde devletin anayasal yasakları duruyor. Peki bu devlet düne kadar, hatta bugün bile halk olarak tanımadığı Kürde neden TRT6 verdi? Türk Genelkurmayı ile Fetullahçı AKP, Kürt halkının mücadelesini kollektiflikten bireyselliğe ve televole kültürüne indirgemek, Kürt toplumunu bölmek, koruculuğu kırsal kesimden metropollere getirmek Kürt mücadelesini tasfiye için açtılar. Kürdün varlığını kabul etmeyen sistem, bu Tv üzerinden Kürtleri sisteme entegre etmeyi düşünüyor. Bir yandan Kürtçe yayın yapan devlet, diğer yandan Kürtçe’yi “Anlaşılmayan bir dil“ olarak meclis tutanaklarına geçiriyor. Aklı olan sorgular. Eğer devlet gerçekten Kürtlerle barışı düşünüyorsa, önce anayasasındaki Kürtçe üzerindeki yasakları kaldırır, Kürt halkının kimliğini tanır ve savaşı sonlandırırdı.

Ancak bakıyoruz ki, hiç hakkı olmadığı halde DERSİM adını kullanan bu Raywerler: “Dersimce“ yayın yapmak için ‘TRT 7 açılsın’ dilekçesini vermişler. İstiklal Marşı ile açılan TRT 7 de “Dersimce diliyle Dersim ulusuna yayın yapacaklar. Hazret Ebubekir’in ardılları “Dersimce“den sonra ne bulacak, merak ediyorum.

Dersim’de “Dersimce“, Palu’da Paluca; Siverek’te Siverekçe dil ve uluslar çıkarmak bunlar için zor olmasa gerek. Aşiretten halka geçemedik, şimdi birden hem de her köyde bir ulus yarattılar. Bu döneklere halkımız elbette gereken cevabı verir.

***

29 Mart seçimlerinde her yurtsever Kürt gibi benim de oyum DTP’yedir. Dersim halkımızın mücadelesi sonucu kazanılan Belediye, sahte Türk solcularına bırakılamaz. Devlet burada muhtemelen gücünü CHP’ye verecektir. Seyid Rıza’nın onurlu torunları DTP adaylarına her türlü desteği vermelidir. DTP, halkımızın partisidir. DTP, onurdur, onuruna sahip çık.

www.haydar-isik.com

1 Şubat 2009 Pazar

Jitem itirafçısı Abdülkadir Aygan ile röportaj!

[3]


“Bu para, vize işlerini bazı resmî görevlilerle yapan bir şebekeye verildi. Parayı, Özgür Gündem ödedi. JİTEM'i yurtdışında anlattım. Ben enayi miyim içeride açıklayayım? Cem Ersever anlatmaya kalktı kafasına kurşunu sıktılar.”

“Şemdinli olayının sanığı ‘iyi çocuk’ astsubay Ali Kaya bana ‘hakkında askeri tesislere sokulmayacak, kimse onunla konuşmayacak diye yukarıdan emir gelmiş’ dedi. Durumu anladım. Ben de faili meçhul yapılacağım, öldürüleceğim.”


* * *

JİTEM devam ediyor mu?

JİTEM yok diyenler var. Bunu hâlâ söyleyebiliyorlar. Bir kere Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1994 yılı telefon rehberinde JİTEM yazılı ve karşısında telefon numaraları var. JİTEM nasıl yokmuş? JİTEM’in maaş bordroları var. Benim elimde 1992, 1993, 1994’ten bordrolar var. 

JİTEM hâlâ devam ediyor mu diye sormuştum.

İsim değiştirebiliyorlar. Mesela bir ara isim değiştirdiler, Psikolojik Harekât adı altında bir birim kurdular. JİTEM doğrudan Ankara’ya bağlı bir birim. Jandarma istihbarat şubeleri gibi değil. Onlar, İstihbarat Gruplar Komutanlığı’na ve oradan da Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na ve oradan da Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlılar. Bu çok şey fark ettiriyor.

Ne fark ediyor?

Bir alayın istihbarat şubesi Jandarma Alay Komutanı’na bağlıdır. Alay Komutanı da Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıdır. Ama JİTEM öyle değil. Onun özerk bir yapısı var. Diyarbakır’daki JİTEM komutanı Ankara’daki Gruplar Komutanlığı diye bir birime karşı sorumluydu. Bu yapılanma tarzı, sanki bazı riskleri ortadan kaldırmak içindi.

Ne gibi riskler bunlar?

JİTEM, Jandarma bünyesinde adeta bir paravan şirket gibi kurulmuş. Bu işleri yapsın diye kurulmuş. Çünkü Jandarma Komutanlığı yaparsa gelecek tepki farklıdır. JİTEM yaptı mı farklıdır. “Bunlar kanun dışına çıkmışlar” deyip JİTEM’i feshedebilir ama Jandarma’yı feshedemez değil mi? JİTEM’i ise fesheder, onun personelini dağıtır sonra başka elemanlarla farklı bir isimle tekrar aynı yapıyı kurar.

Öyle mi oldu?

Evet.

Peki, Türkiye çapında kaç JİTEM personeli var?

Benim dönemimde üç yüz kadardı. İtirafçılar için de 27 kişilik kadro ayrılmıştı. Ama bildiğim kadarıyla sekiz tanesi devlet memuru oldu. Kimini temizlikçi, kimini işçi, kimini sivil memur olarak devlete aldılar. Ama bir de gizli, seyyar çalıştırılanlar var tabii, onların sayısını bilmiyorum.

JİTEM infazlar yaptı... Öldürmekten hoşlanan insanlar mı bunlar?

Zevk alan kişilerdi ve halen görevdeler. Bir komutan olarak üç genci diz çöktürüp, kafalarına arkadan kurşun sıkıp öldürmek başka nasıl açıklanabilir? Eğer zevk alınmıyorsa yapılmaz bu iş. Emrinde bir sürü astsubay, uzman çavuş, memur var. Öldürmekten hoşlanmasa onlara yaptırır. İnfazı kendisi yapmak zorunda değil ki.

JİTEM elemanıyken kendinizi dokunulmaz hissediyor muydunuz?

Tabii hissediyorduk. JİTEM bünyesindekiler kendini beğenmiş bir havadaydı. “Ben istediğimi alırım, sorgularım, öldürürüm kimse bana karışamaz” diyorlardı. Eeeee... Bunu yaparken hem kendi kurumunun amirlerinden hem de dönemin hükümetinden, siyasetçilerinden sırt alıyorlardı.

Nasıl yani?

Tansu Çiller, “bildiğiniz yolda devam edin, maddi manevi, hukuki ne gerekiyorsa ben sizi destekleyeceğim, sizin arkanızdayım” diye söz vermiş. Hasan Kondakçı Paşa anlatmış bunu. Bunu bir ülkenin başbakanı söylerse JİTEM komutanı da tabii ki pervasızlaşır. Gider gençleri alır, sorgular kafalarına kurşun sıkar... JİTEM kendini böyle bir yere koymuştu ve böyle bir psikolojiye bürünmüştü.

Psikolojileri neydi?

“Ben en iyisini yapıyorum. Diğerleri yanlış yapıyor. Onların içinde hainler var. Türkiye ancak benim girdiğim yoldan terör belasından kurtulur. En iyisini asker ve askerin JİTEM bölümü yapar” diye düşünüyorlardı. Onun için de MİT’e, Emniyet’e tepeden bakıyorlardı. Yaptıkları hiçbir işten onları haberdar etmiyorlardı. Yoksa MİT ve polisin dinleme ağı çok daha gelişmişti ve JİTEM’in yaptığı kirli işleri biliyorlardı. Ama bir şey yapamıyorlardı.

Pis işler arasında uyuşturucu, silah var mıydı?

Vardı ama ben çok şükür o işlere bulaşmadım. Bu sistemde bazıları para kazanmadı. Onlar mevki ve şöhretten zevk alıyorlardı. Çünkü büyük bir güçtü bu. Yıllarca Güneydoğu’da çalışan Cem Ersever parasız pulsuz öldü. Bizzat görmedim ama benim tahminim Yeşil’i ve itirafçıları bu işle görevlendiren Veli Küçük’tü. Yeşil de, Veli Küçük de Cem Ersever’e cephe almışlardı.

Paylaşamadıkları neydi?

Cem Ersever ölünce, Veli Küçük güç sahibi oldu. Normal bir Jandarma birliğinin komutanı olsa da, Veli Küçük de aynı JİTEMvari yöntemleri kullanıyordu, JİTEM sistemini komutan olarak bulunduğu yerlerde devam ettiriyordu. Sapanca şeytan üçgenindeki infazlar hep JİTEM sisteminin devamıydı. Veli Küçük JİTEM komutanı olmasa da, onun bulunduğu yerin JİTEM timi bir şey yaparken ona danışmak, bildirmek, onayını almak zorundaydı. Veya bazı operasyonları kendisi de emretmiş olabilir. Deminki lafıma devam edeyim.

Evet...

JİTEM kendini kurumlarüstü ve dokunulmaz görüyordu. Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı Abdülkerim Kırca Diyarbakır’daki infazlarla ilgili olarak 16 yıl ifadeye çağrılamadı.

On bir sanıklı JİTEM davasında siz de yargılanıyorsunuz değil mi?

Evet... Davayı bir oraya, bir buraya atıyorlar. Zaman aşımına uğratacaklar. Böylece infazlar da hasıraltı olup gidecek. Sadece birkaç sivil memurla, yani itirafçıyla ve bir iki uzman çavuşla davayı kapatacaklarını sanıyorlar. Bu insanlar o işleri kendi başlarına yapmadılar ki. Amirlerin emri olmadan hiçbir memur ve ast böyle bir şey yapamaz.

JİTEM’i kim kurdu?

Benim öğrendiğime göre 1986’da Hulusi Sayın, Hüseyin Kara, Arif Doğan, Cem Ersever ve Aytekin Özen gibi komutanlar tarafından kuruldu. Ben 1990’da JİTEM’e girdim.

Veli Küçük yok mu o sırada?

Yok... Veli Küçük’ü ben Diyarbakır JİTEM’de gördüm. Sivil elbiselerle dolaşıyordu.

JİTEM’e neden katıldınız siz?

Ben PKK’dan firar ettim. PKK beni yaşatmayacak endişesiyle yaşayamazdım. JİTEM’e bir bakıma sığındım. Ama JİTEM’e sığındık diye, bizim örgütle aramızdaki çelişkiyi kullanıp bizi tekrar tetikçi yapmanın vicdanla, namusla, şerefle bir alakası var mı? Ben Kars’ta piyade olarak askerliğimi yapıyordum. Beni Diyarbakır’da Jandarma’ya aldılar. JİTEM’in varlığını orada öğrendim. Tamam... Askerliği bitirinceye kadar verilen görevi yaparsın ama askerlik bittikten sonra...

Jandarma’da askerlik bittikten sonra ne oldu?

Bizi JİTEM’e sivil memur olarak aldılar. Ben Diyarbakır JİTEM’de her türlü pis iş, iyi iş olmak üzere dokuz yıl görev yaptım. Terörist gibi giydirilip dağlara da gönderildim. Necati Özgen Paşa’yla Barzani’nin arasında masaya oturup onlara tercümanlık da yaptım. Zaho’daki operasyonda kırk gün PKK’lıların telsiz konuşmalarını tercüme ettim. Bunun için Bölge Komutanı Mehmet Çavdaroğlu’ndan takdir ve para ödülü aldım.

Bütün bunlarla neyi anlatmak istiyorsunuz?

Ben Diyarbakır’da huzursuz oldum. Gördüklerimden ötürü psikolojim bozuldu. Geçmişi sporcu olan bir insanım, madalyalı atletim. Hayatımda içki içmezken içmeye başladım. Geceleri eve gelmemeye başladım. Aile düzenim bozuldu. Defalarca başka yere tayinimi istedim. Dilekçeler verdim. Hiçbiri kabul edilmedi. Tayinini istemek normal bir memurun hakkıdır. Memuriyetimin sonuna kadar Diyarbakır’da kalmak zorunda mıyım?

Siz JİTEM’deki işinize memuriyet mi diyorsunuz? Bu bir kamuflaj değil mi size göre? Cinayet işlemek ya da cinayetin işlenmesine katılmak, ortamı sağlamak, işkence yapmak ya da işkence odalarında bulunmak memuriyet mi sizce?

Değil. Bunun memuriyetle hiçbir alakası yok.

Peki, o zaman dilekçe verip tayin istemek, beni artık cinayet işlemeyeceğim ya da cinayet işlenmesine gözcülük etmeyeceğim bir yere tayin edin demek biraz saflık olmuyor mu?

İnsanın bir tahammül gücü var. Tahammül gücün bitiyor ve normal ve yasal yola başvuruyorsun. ‘Eğer benim statüm memuriyetse yeter artık, ben bu ortamda kalmak istemiyorum’ diyorsun. Ama tayinimi vermediler. Bir türlü JİTEM’den ayrılamadım. Çok şey biliyor, ayrılırsa kontrol dışına çıkar, başımıza bela açabilir diye düşündüler.

Ama sonunda ayrıldınız ve korktuğunuz başınıza gelmedi. Tasfiye edilmediniz. Nasıl hayatta kaldınız? Sizi kim korudu?

Beni Burdur Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne sivil memur olarak tayin ettiler. Giderken JİTEM Komutanı Cemal Temizöz beni makamına çağırdı, “Burada gördüğün, duyduğun burada kalacak. Kod adın da burada kalacak. Geçmişle ilgili hiç kimseyle konuşmayacaksın” dedi. Ben de söz verdim.

Size niye güvendiler?

Çünkü gene bir askerî birliğin içine gidiyorum. Gene aynı teşkilatın içindeyim. İstedikleri an gene beni içeri alabilirler. Orada da İstihbarat Şube’nin emrine verdiler zaten. Beni kontrol ediyorlardı hep. Aslında benimle işleri bitti ve beni Burdur’a normal memur olarak onun için gönderdiler. Mesela şimdi bana sözde itirafçı diyorlar. Peki, ben PKK’dan ayrılıp geldiğimde bana itibar ediyordun. Ben o zaman sözde değildim. Özdeydim. Benim ifadelerimi doğru kabul ettin ki, birçok operasyon yaptın. Beni 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tâbi tuttun, bölge komutanının kaldığı lojmanın bitişiğinde lojmanda oturttun. Bölge vali yardımcısının komşusu yaptın. Elime her türlü silahı verdin. Bana evimde silah, bomba bulundurma dahil her türlü sınırsız imkânı sağladın bana. Bana bu işleri yaptırdın. Şimdi işin bitti beni Burdur’a normal memur olarak gönderdin.

Bunun nesi kötü?

Ben 1990’dan 1999’a kadar dokuz yıl Diyarbakır’da JİTEM’de kalmışım. Deşifre olmuşum, hedef olmuşum. Can güvenliğim yok. Diyarbakır’da istediğim silahı taşımışım. İster ruhsatlı, ister ruhsatsız çifte silahla dolaşmışım, evimde silah, bomba, kalaşnikof her türlü silahı bulundurma imkânım var. Benimle işleri bitti Burdur’a Jandarma İstihbarat’a gönderildim, çırılçıplak kaldım. Bıçak taşıma yetkim bile yok. Gittim kendime Çekoslovak marka bir silah satın aldım. Taşıyamazsın dediler, ucuza birine sattım. Bize ihtiyaçları kalmadı, biz deşifre olduk, bazı şeyleri mırıldanmaya başladık, bu işlerine gelmez, bizi kızağa aldılar. Albay Ali Yıldız beni denetleme niyetiyle iki kere Burdur’a geldi.

Sizin döneminizde Burdur Jandarma Komutanlığı’nda hayvan hırsızlığı suçlamasıyla sorgulanan köylülere işkence yapıldı. Köylüler siz de dahil görevliler hakkında dava açtılar. Siz sonradan bir dilekçe vererek köylülere işkence yapıldığını itiraf ettiniz. Köylülere niye işkence yaptınız?

Emredildi ve yapıldı işkence. Hatta sorgu bitip de iş mahkemeye gittikten sonra Alay Komutanı bize takdirname verdi. Çünkü hayvanlarının çalındığını iddia eden MHP’li zengin bir aileydi. On beş köylüye işkence, Alay Komutanı’nın bilgisi dahilinde, İstihbarat Şube Müdürü yüzbaşının da emriyle yapıldı.

Emirle olunca işkence yapmamış mı oluyorsunuz?

Yapmazsanız dışlanırsınız. Kuruma ters düşmüş olursunuz. Bir kulp takarlar ve başınıza bela getirirler. Savcı bana “Eğer sen şimdiden basit hayvan hırsızlığında ifşaatlarda bulunuyorsan ve Jandarmayı suçluyorsan, yarın bir gün daha büyük ifşaatlarda bulunabilirsin” dedi. Zaten o zaman benim aklım başıma geldi.

Ne düşündünüz?

Anladım ki bu savcı da aynı şebekenin içinde. Nitekim bu olayda biz alttakiler yargılandık, yüzbaşı ve komutan yargılanmadılar. Devletten istifa ettim. Hâlâ lojmanda oturuyordum ve kontrolleri altındaydım. Ailemin ısrarı üzerine memuriyete geri dönmek istedim. İki dilekçem de kabul edilmedi. O zaman tam anladım ki kullanıldım ve benimle artık işleri bitti ve çember daralıyor. Hatta Şemdinli olayının sanığı Ali Kaya’yla...

Bu, dönemin genelkurmay başkanının “iyi çocuk” dediği astsubay değil mi?

Evet o. Mutkili Ali. Diyarbakır’dan tanışıyoruz. O Jandarma’da sorgulama amirliğindeydi. Bana, “senin hakkında o kişi askerî tesislere sokulmayacak. Hiçbir askerî personel onunla konuşmayacak diye yukarıdan emir gelmiş” dedi, Ben durumu anladım. Ben de faili meçhul yapılacağım, öldürüleceğim. Yurtdışına çıkma arayışına girdim

Yurtdışına nasıl kaçtınız?

Kaçmadım. 2003’te Aziz Turan kimliğimle pasaport aldım, çıktım. Rusya’ya vize almak kolaydı Rusya’ya uçtum. Oradan İsveç’e geldim.

Yurtdışına çıkışta size PKK yardım etti mi?

Ben PKK demeyeyim. Resmen PKK derseniz olmaz. Özgür Gündem gazetesi yardım etti bana. Yedi kişilik ailemin yurtdışına çıkması için 45 bin dolar harcadı. Bu para, vize işlerini bazı devlet görevlileriyle birlikte yapan bir şebekeye verildi. Bu parayı Özgür Gündem ödedi.

Niye ödedi?

Demek ki o esnada yurtdışına çıkmam onların da işine geliyordu.

Niye?

Dokuz yıl JİTEM’de çalıştığımı ve birçok şeye şahit olduğumu biliyorlar. Bunları anlatmamı istediler. Ben enayi miyim içeride açıklayayım. Cem Ersever açıklamaya kalktı ensesine sıkıldı. Dışarıda açıkladım, kitap olarak yayınladılar. Bütün faili meçhullerin suçlusu benmişim gibi gösterdiler. PKK’nın da benimle işi bitti.

Sizi burada kim koruyor şimdi?

Allah ve İsveç devletinin kanunları koruyor. PKK’nın buradaki taraftarlarına o hainle hiç bir ilişki kurmayın diye emir vermişler. Kürdüm diyenler bana selam vermiyor.

PKK’dan neden ayrıldınız?

Artık dayanamayacak bir noktaya gelmiştim. Mezra baskını yapılacak ve o mezrada hiç kimse canlı bırakılmayacaktı. PKK’dan firar edip köylüye haber verdim. Ayrıca çok arkadaşım infaz edildi benim. Kimse “benim infazlardan haberim yok, görmedim” demesin. PKK’da uzun yıllar yer almış herkes iç infazları bilir.

İç infaz nasıl yapılır?

Mesela Silvanlı Ramazan diye bir çocuk ajanlıkla suçlandı. Haftanin kampında cezalandırıldı. Duran Kalkan hepimizi bir alana topladı ve elleri arkadan zincirle bağlı arkadaşımızı karşımıza dikti. Bize bastonuyla nutuk çekmeye başladı. Hepimizi ajite etti. Ben dahil herkes o çocuğun ajan olduğuna inandık. Bize “Ajanların cezası nedir” diye sordu. Hepimiz bağırdık “ölümdür”. “Cezasını kim verecek?” Hepimiz el kaldırdık. Bana dese ‘gel sen infaz et’, ben gidip infaz edecektim. Zaten Duran Kalkan soracak da biri el kaldırmayacak.

Kaldırmazsa ne olur?

Onlara göre o zaman o da ajandır. Apo’nun kendi ağzından açıklaması var. “PKK’nın başlangıcından bu yana on dört bin iç infaz var” dedi. Örgütün icraatını, gidişatını, ideolojisini eleştirenler ajan ilan edilerek infaz edildiler. İnfazları yapanlar, dört beş bin kişinin benim gibi PKK’dan ayrılmasına, gidip devletin derinliklerinde kanundışı işlerde ajan gibi çalıştırılmasına neden oldular. O dört, beş bin kişinin bir kısmı tekrar PKK’ya döndü. Bir kısmı ise tarafsız kalmaya, normal bir vatandaş gibi hayatını sürdürmeye çalıştı ama mümkün değil. PKK çoğunu vurdu. Bunlar da iç infaz işte.

Abdullah Öcalan son avukat görüşmesinde sizin için “onun JİTEM’de çalıştığını bana söylemişlerdi. Beni infaz etmesi için onu Şam’a gönderdiler” demiş. Öcalan’ı öldürmeye Şam’a gittiniz mi?

1983’te askerden firar ettiğim dönemi kastediyor. Ben 1980 öncesinde PKK’nın Nizip askerî alan sorumlusuydum. O sırada faşist dediğimiz altı ülkücü genci öldürdüm, bombalar attım. Bu yüzden de askerden firar ettim. Çünkü çember daralmaya başlamıştı. Kardeşim yakalandı ben de yakalanabilirdim ve bu cinayetlerden hapis yatabilirdim. Bu yüzden Kıbrıs’ta askerlik yaparken önce Rum kesimine gittim. Ben Almanya’ya gitmek istiyordum. Ama beni Yunanistan’a gönderdiler.

Niye?

1980 darbesinden kaçan herkes oradaydı. Yunan İstihbaratı bana PKK, Kürdistan hakkında sorular sordu ve beni Lavrion kampına gönderdiler. Lavrion kampındayken Öcalan bana telefon edip beni Şam’a çağırdı. Yoksa benim niyetim tekrar onun emrine girmek değildi. “Buraya gel” dedi.

Şam’a gittiniz mi?

Kendisi beni Şam’a çağırdı, gittim. Beni APO’ya 200 metre uzaklıktaki bir eve yerleştirdiler. Beni ve arkadaşı yanına koruma alarak mahallede gezintiye çıkardı. Bizim ikimizde tabanca vardı. İki buçuk ay orada kaldım. Futbol oynamaya giderdik. Geceleri sohbet için beni çağırıyordu. Baş başa oturup konuşuyorduk. Ajan olan birine nasıl güveniyorsun? O anda seni imha edebilirim... Beni Şam’a kendisi çağırıyor, sonra da ajanmış beni infaz etmek için gönderildi diyor. Sen beni yanına seni infaz edeyim diye mi çağırıyorsun? Benim hakkımda bir kampanya başlatıldı.

Niye?

Albay intihar ediyor suçlusu ben gösteriliyorum. Apo, benim yaptığım açıklamaların gerçek olmadığı şüphesini insanlarda yaratmak için bu beyanatlarda bulunuyor. Halbuki benim JİTEM’de kalmamı isteyen kendisidir. Havva ablasıyla bana haber gönderen, “orada kalsın, çalışsın, istifa etmesin” diyen kendisidir.

Öcalan’ın ablası bu mesajı ne zaman getirdi?

Adana’nın Yakapınar köyünde benim ablam, amcam, teyzem oturuyor. Onun Havva ablasıyla komşu. Ben Diyarbakır’dayken bayramda akraba ziyaretine giderdim. Havva ablasıyla mecburen karşılaşıyoruz bayramlaşıyoruz. Bir gün gene hal hatır sorarken JİTEM’den ayrılmak istediğimi söyledim. “Böyle böyle şeyler oluyor, ben dayanamıyorum” falan dedim. “Ben bildiririm ona” dedi. Ablası onunla görüşüyordu. Hatta anlattığına göre beni Öcalan kendisi sormuş. O da “filan yerde çalışıyor fakat ayrılmak istiyor” demiş. Öcalan da ona, “şimdilik orada kalsın, ayrılmasın” demiş.

Öcalan Şam’da sizden ne istedi?

Beni önce Lübnan’daki eğitim kamplarına gönderdi. Sonra da Kuzey Irak’taki kamplara gittim. Böylece tekrar PKK militanı oldum. Apo benden büyük devrimcilik beklediğini söylüyordu. Cemil Bayık’a gönderdiği mektupta yazdı bunu. Sonra Öcalan’ı bir daha hiç görmedim. O zamanki karısı Kesire Öcalan bizi havaalanına kadar götürdü. Kuzey Irak kamplarında bulunan Duran Kalkan’a vermemiz için bize yüklü miktarda döviz verdi.

Siz İsveç’e kaçtınız. Diğer itirafçılara ne oldu? Onlar ne yapıyorlar?

Devlette memurlukları devam ediyor. Diyarbakır’da her zaman uğradıkları esnaflar vardı. Onlarla yaptığım telefon görüşmelerinde hiç birinin Diyarbakır’da görülmediğini söylüyorlardı. Duyduğuma göre hepsinin yerlerini değiştirmişler. Dağıtmışlar onları. Bazılarını askerlik şubelerine vermişler. Zaten bunları ya atacaklar, ya öldürecekler, ya da içlerinde tutup kontrol edecekler. Ben onların akıbetlerini iyi görmüyorum.

Neden?

Ergenekon davasında yaşananlardan ve benim bu açıklamalarımdan sonra korkuya kapıldılar. Albay intihar etti. Diğerlerini de yaşatmazlar bence. Benim gibi devlette memurluk yapmış olan itirafçıları yaşatmazlar. Kullandılar ve işleri bitti onlarla. Şimdi harcayacaklar onları. Çünkü çok şey biliyorlar ve bu işlerine gelmez. Bir cinayeti de bilse, bir cinayet bir cinayettir ve insanı ipe götürür. Bunlar korkuya, paniğe kapılmışlardır. Bana bu kadar saldırdıklarına göre o itirafçıları da yaşatmayacaklardır.

Bir gün ülkenize dönebilecek misiniz?

Neyin ne olacağı belli değil. Fakat ben dönmek istemiyorum. Ben her şeye herkese küstüm. Ülkeme de küstüm, kardeşlerime de, aileme de, herkese küstüm. Ülkemi çok seviyorum ama bu pislikler temizlenmediği ve bu olaylar sürdüğü sürece gitmek istemiyorum. Ben şimdi vicdani ve insani görevimi yapıyorum. Ben bütün bunları anlatmayabilirdim. Bazıları gibi kendimi gömebilirdim. Hayatım başka türlü olurdu. Ben bunları teptim, her türlü tehlikeyi göze aldım.

Kendi insanlarınızı öldürdüğünüz için şimdi ne hissediyorsunuz?

Dünyada en kötü ruh hali hangisiyse ve dünyanın en ağır pişmanlığı neyse onu hissediyorum. Kullanıldığımı hissediyorum.

Ergenekon davası için sizden bilgi istendi mi?

Hayır.

Tanıklık yapar mısınız bu davada?

Bir şartla yaparım. Tanıklığı, bulunduğum ülke İsveç’te yaparım. Dünyanın garantisini verseler Türkiye’ye gitmem. Can güvenliğimi sağlayamazlar. Çünkü bunlar ahtapotun kolları gibi her yere girmişler. Ergenekon örgütü, yakalananlarla sınırlı bir şey değil. Bunların altları var, üstleri var. Astın da astı, üstün de üstü var. Daha çok çıkacak bu astlardan, bu üstlerden. Biz JİTEM’de gördük bu sistemi. Zaten JİTEM Ergenekon’un bir parçasıdır.

Jitem itirafçısı Abdülkadir Aygan ile röportaj!

[2]



“O patlayıcıları, OHAL Valiliği’nde gördüğümüz Vietnam gazisi bir Amerikalı verdi bize. Hatırlayın... Uğur Mumcu’nun arabası C4’le patlatıldı.”

“Boşaltılan köylerde ve yol kenarında terk edilen tesislerde su kuyuları var. Cesetleri o kör kuyulara atmışlar. Cizre’de jandarma timi bir seferinde yedi ceset atmış. Atan biri söyledi.”

“Üç sendikacıyı DGM beraat ettirdi. Sevine sevine yürüyorlardı ki, mahkeme önünden onları JİTEM’e aldık. Albay Kırca gençlere diz çöktürdü enselerinden birer el ateş etti.”


* * *

Albay Abdülkerim Kırca’nın intiharıyla tartışmaların merkezine oturan ve JİTEM’de çalıştığı dokuz yılı ayrıntılarıyla açıklayan itirafçı Abdülkadir Aygan’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşiye bugün kaldığımız yerden devam ediyoruz.

* * *

JİTEM elemanları öldürdükleri insanların cesetlerini niye araziye atıyordu?

Ceset bulunsun ve bu ölüm halkta korku yaratsın, ‘PKK’ya gidersem benim de sonum böyle olur psikolojisine girsin’ diye cesetler böyle yol kenarlarına atılıyordu. Ama bazı cesetler de gömülüyor ya da yakılıyordu. Mesela Abdülkerim Kırca Diyarbakır’da Pavyonlar Caddesi’nde milletin gözü önünde Murat Aslan’ı arabaya zorla bindirdi. Bu genç JİTEM’de sorgulandı ve cesedi yakıldı.

Niye yakıldı?

Çünkü cesedin kimliği hemen teşhis edilmesin ve cinayet biraz eskisin istendi. Yani görgü tanıkları, Abdülkerim Kırca’nın simasını unutsun istendi.

Toplu cinayet olaylarına karıştınız mı?

Bir kez üç kişinin birden öldürüldüğünü gördüm. Diğer cinayetler hep tek tek ya da iki ikiydi. Mesela birini yakalayıp JİTEM’e getirmişler, sorgusu yapılıyor. Ertesi gün başka birini daha alınıp getiriyorlar. Bu durumda ikisi aynı anda öldürülebiliyor. Zaten üçten fazla infaza imkânlar da müsait değildi.

Anlamadım, ne müsait değildi?

Araç olarak elde bir Toros araba vardı. Arabaya, bagaja kaç kişiyi sığdıracaksın? Çünkü personel de binecek arabaya. Ama ben gene de bir tane toplu cinayete tanık oldum. Abdülkerim Kırca 1993’ten sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı oldu. Bazı cinayetleri bizzat gözümüzün önünde kendisi işledi. Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi’nin üç üyesi Necati Aydın, Mehmet Ay ve Ramazan Keskin JİTEM’de sorgulandıktan sonra Silvan yolunda bir araziye götürüldüler.

Aman Tanrım!

Gençler yan yana dizildiler. Elleri ve gözleri arkadan bağlandı. Sonra komutan Kırca gençlere diz çöktürttü ve tam enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti, alınlarının ortasından oluk oluk kan fışkırdı. Sonra da bize “gömün bunları” dedi. İki arabayla oraya gitmiştik. Yedi, sekiz kişi bu olaya tanık olduk.

Sizden başka kim açıkladı bu toplu cinayeti?

Benden başka kimse açıklamıyor. Çünkü hâlâ aynı sistemin içinde çalışıyorlar. Size şunu anlatayım... 1990’ların sonuydu. Ankara’dan Kara Kuvvetleri’nden resmî elbiseli bir albayın komutasında bir denetleme grubu Diyarbakır JİTEM’e geldi. Bu albay itirafçıların odasına da girdi, hâl hatır sorduktan sonra bizi tehdit etti. “Bu yola birlikte girdik, bu işe birlikte başladık ve ölünceye kadar da bu işi birlikte sürdüreceğiz. Kimse ben ayrılırım, yurtdışına giderim, oralarda bana kimse bir şey yapamaz demesin. Bizim kolumuz uzundur. Uzağa da gitse biz cezalandırırız” dedi.

Peki, o üç sendikacı genç niye cezalandırıldı?

İktidarda Çiller hükümeti vardı. Daha sonra DYP’den milletvekili adayı olan Hasan Kondakçı da Jandarma Asayiş Komutanı’ydı. Kondakçı, Çiller’in bu maddi manevi her türlü desteği vermeye söz verdiğini söylüyordu. O dönemde sanki devletin tepelerinde bir karar alınmış, bir konsept uygulamaya konmuştu. İnfazlara HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın cinayetiyle başlandı. Musa Anter’in öldürülmesiyle devam edildi.

Peki, o üç sendikacı...

Üç sendikacı gencin bilgisi Emniyet’ten geldi. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ifadeye çıkacakları bize bildirildi. Komutan Kırca da mahkeme serbest bırakırsa bu gençleri alıp JİTEM’e getirmemizi emretti. Nuri Ateş adında astsubayla birlikte dört kişi beyaz Renault’yla mahkemenin önüne gittik ve bekledik. Gençler mahkeme tarafından serbest bırakıldılar. Biz onları almak için yol kenarında beklerken, onlar karşıdan davaları bitti diye sevine sevine geliyorlardı. Üç genci mahkemenin önünden alıp JİTEM’e getirdik. Sorgulandılar...

Sorgu dediğiniz işkence. İnsanlar konuşunca sonuç değişiyor mu JİTEM’de?

Konuşması hiç bir şey değiştirmiyor. Konuşsa da konuşmasa da öldürülüyorlar. JİTEM’e giren sağ çıkmıyordu ki...

“Halk ihbar ediyordu, istihbarat yapılıyordu ve JİTEM sorguluyordu” dediniz başta bana. Halk arasında çok mu muhbir vardı? Çok mu ihbar gelirdi?

Maalesef çok. PKK’dan zarar görenler, PKK karşıtı olanlar vardı. Kıskançlıktan ihbarda bulunanlar, hasmını, iş hayatındaki rakibini tasfiye etmek için ona buna PKK’lı diyenler vardı. Böyle suçlamalarla da ölenler oldu. Mesela... Hakkı Kaya’nın ölümüne Muhsin Gül isimli itirafçı neden oldu. Bunun kızı dağda falan deyip işi şişirdi ve adamı ihbar etti. Böyle olaylar var. İtirafçı Muhsin Gül belki adamdan menfaat temin etmek istemişti. Adam vermeyince, o da JİTEM vasıtasıyla adamı ortadan kaldırmıştı. Mesela Nejat Söyler diye bir işadamı vardı. Kaçakçılıktan soruşturma geçirmiş. Tekirdağ’da nakliye şirketi kurmuş. Cem Ersever’le arası iyiydi. Diyarbakır’dan İbrahim Babat, Fethi Çetin ve beni Tekirdağ’a gönderdi.

Niye?

“Sizinle konuşacak,” dedi. Meğer adam kendi rakibini bertaraf etmemiz için bizi çağırmış. Bizim oraya gittiğimizden bazı üst düzey komutanların haberi vardı. Bereket adamın oğlu içtikten sonra gece otel odasında rastgele silahla pencereden dışarı ateş etmeye başladı da iş yarıda kaldı. Polisler geldi ve o gece silahlarımızı emanete aldılar. Diyarbakır Asayiş Komutanlığı Kurmay Başkanı Kurtuluş Öğün telefon edip işi halletti ve biz otobüse binip geri döndük. Yoksa o işadamının ya rakibini ortadan kaldıracaktık ya da işyerine zarar verecektik.

JİTEM elemanı istediğini öldürebiliyor muydu?

Emir komuta zinciri olmadan kendi başına kimse birini öldüremez. Bir memur, uzman çavuş, astsubay, üsteğmen kendi başına cinayet işleyemez.

JİTEM’de ne tür işkenceler yapılıyor?

Kaba dayak, yumruklama, tahta sopalarla dövme. Bazıları ayaklarından tavana asılıyordu. Bazıları çırılçıplak Filistin askısına takılıyordu. Murat Arslan’ı böyle asıp bacaklarına da araba lastiği geçirmişlerdi ki, çırpınamasın.

İşkencede ölen olmuyor muydu?

Olmuyordu. Bir insan nasıl oluyor da o kadar zulme, acıya dayanabiliyor diye hayret ediyorsunuz. Affederseniz, at benzeri bir hayvan olsa o işkencede o darbelerle ölür yani...

JİTEM’in içinde çekişmeler ve anlaşmazlıklar var mıydı?

JİTEM’le Emniyet arasında çekişme vardı. JİTEM komutanları kendi başlarına buyruk davranıyorlardı. Polis-Jandarma bölgesi ayırımı yapmıyorlardı. Gidip polis bölgesinden adamı alıyor JİTEM’e getirip sorguluyor ve infaz ediyorlardı. Cesetler iki gün sonra bulunuyordu. Polis ve savcılar zor durumda kalıyorlardı.

Niye?

Çünkü ölülerin yakınları onlara başvuruyordu. Cinayeti kimin işlendiğini tahmin ettikleri halde bir şey yapamıyorlardı. Ankara, OHAL Valisi ve Asayiş Komutanlığı tarafından frenleniyorlardı. JİTEM yaptığı hiçbir işten MİT’i ve Emniyet’i haberdar etmiyordu. Ama polis ve MİT bu kirli işleri onun yaptığını biliyordu. Ben Hanefi Avcı’yı da tanırım.

Meclis Araştırma Komisyonu’na anlattıklarıyla Susurluk olayının ortaya çıkarılmasında önemli rol oynayan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Başkanı Hanefi Avcı’yı Diyarbakır’dan mı tanıyorsunuz?

Evet. İstihbarat şube müdürüydü. Bazen Emniyet’e ziyaretine giderdik. Bazen biri hakkında bizden bilgi isterdi. Bize, “Çocuklar pis işlere bulaşmayın. Bu işler iyi değil. Başınız belaya girer” derdi. “Bu işlerin sonu yok” diye Cem Ersever’e de söylemişti.

JİTEM’in içinde anlaşmazlıklar, çekişmeler nasıldı peki?

Jandarma teşkilatının içinde anlaşmazlık vardı. Arif Doğan’dan sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı olan Cem Ersever’in öldürülmesi Jandarma’nın içindeki çekişmenin bir sonucudur. Sadece Ersever’in değil, Eşref Bitlis’in, Bahtiyar Aydın’ın ölümleri de Jandarmadaki iç hesaplaşmaların sonuçlarıdır. Ersever’le ölümünden önce bir yemek yemiştik. Bana, “beni bir fahişe gibi kullandılar. Şimdi işleri bitince atıyorlar” dedi. Ersever JİTEM’in eylemleriyle, infazlarıyla ilgili basına konuşmaya başlayınca Jandarma’daki komutanlar çok rahatsız oldu. “Hainlik yapıyor. İhanetin bedeli ölümdür. Dili kesilecek” diye konuşmalar başladı. Ersever’in arası Ergenekon davasında tutuklanan emekli General Veli Küçük’le ve emekli Albay Arif Doğan’la da kötüydü.

Kim öldürdü Cem Ersever’i?

Bu bir iç infazdı. Olayın içinde Yeşil var. Cinayeti işlemeleri için Ankara’ya gönderilen itirafçılar da var. Yeşil, Veli Küçük’le irtibattaydı.

Peki, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in ölümü hangi açıdan bir iç hesaplaşmaydı sizce? Bindiği uçak Ankara üzerinde düştüğü için ölmedi mi Bitlis?

Eşref Bitlis, Turgut Özal’ın projesinin destekçisiydi. Halkla PKK’yı ayırmak gerektiğini, Kürt meselesini siyasi yoldan çözmek gerektiğini söylüyordu. 1991’de Eşref Bitlis’in uçağının uzaktan kumandalı patlayıcıyla düşürülmesi ihtimali ortaya çıkınca benim aklıma C4 patlayıcılar geldi. Çünkü uçak düştüğünde henüz yeni havalanmıştı. Bu C4 patlayıcılar bir kilometre uzaktan patlatılabiliyordu. Ankara’ya tayini çıktığında Cem Ersever yanında bir bavul dolusu C4 patlayıcı götürdü. O patlayıcıları bize OHAL Bölge Valiliği’nde gördüğümüz Vietnam gazisi bir Amerikalı verdi.

Amerikalı Vietnam gazisi, OHAL valisi ve JİTEM’ciler... Kafam karıştı. Amerikalı getirmeden önce JİTEM’in elinde C4 patlayıcı yok muydu?

Yoktu. Kendisi JİTEM’e geldi ve birlikte Mardin yolunda bir dereye gittik. Patlayıcıların nasıl kullanıldığını, ne kadar mesafeden sinyal alabildiğini ve patlatılabildiğini bir kayanın altında ilk denemeyi yaparak bize gösterdi. Cem Binbaşı’yla İngilizce konuştular. Cem Binbaşı bize “bu eski bir subay. Vietnam’da üç sefer yaralanmış” dedi.

C4 patlayıcılarını kime kullandınız?

İlk Diyarbakır Baro Başkanı Mustafa Özer’e kullandık. Gece arabası patlatıldı. Kızıltepe’de de bir vatandaşın arabasının altında da patlatıldı. Korkutmak, zarar vermek için... Ben Uğur Mumcu’nun arabasının havaya uçurulmasında da bu C4’lerin kullanıldığını tahmin ediyorum. Cem Ersever ve yardımcısı Ankara’ya tayinleri çıktığında Amerikalının verdiği bir valiz dolusu C4’ü yanlarında götürdüler. Cem Ersever odasında eşyalarını toplarken bu valizi gördüm.

General Bahtiyar Aydın’ın ölümüyle ilgili bilginiz var mı?

Somut bilgim yok... Ama koruması Ispartalı Ayhan astsubay lojmanda komşumuzdu. Olaydan sonra hüngür hüngür ağlıyordu. Hayret ediyordu. Sanki bir çatışma olmadı da birisi onu vurdu gibi. Bir şey anlatmıyordu ama... Zaten o olaydan sonra biraz dağıttı. Ben Özden’in de, Bahtiyar Aydın’ın da PKK tarafından vurulduklarına inanmıyorum. Bilgileri yan yana koyunca bu insanların iç çekişmede tasfiye edildikleri meydana çıkıyor. Askerî güçlerin içindeki bir oluşumun sakıncalı gördükleri kişileri tasfiye etme planının suikastlarıdır bunlar. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın ve Özden, bu mücadele tarzının halkı PKK’ya doğru kaydırdığını söyleyen komutanlardı.

Bütün bunları neye dayanarak söylüyorsunuz?

Ben bölgede uzun yıllar kaldım. Üst düzeydeki bir komutanın veya yardımcısının PKK’yla çatışma çıktığında olay yerine gittiğine hiç tanık olmadım. Nasıl oluyor da Lice’deki çatışmaya hemen Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın gidiyor. Kendisi bölgede Jandarma’nın en yüksek rütbelisi. Niye çatışma yerine gitsin? Emrinde albaylar, yarbaylar binbaşılar, yüzbaşılar, operasyon birlikleri, timleri var. Çatışma alanına onlar gitsin. Gerçi albay bile zor gider ya... Ama bakıyorsun general rütbesindeki adam gidiyor ve orada vuruluyor. ‘Teröristlerle çatışmada şehit oldu’ deniyor. Demek ki bir tezgâh kuruldu ve Bahtiyar Aydın oraya çekildi. Mesela Kırca olayında da...

Ona da mı sizce tuzak kuruldu?

Abdülkerim Kırca Diyarbakır’dan tayin edildi. Kısa süre sonra Antalya Serik’ten bir çatışma haberi aldık. Kırca sırtından vurulmuş. Kırca dağdaki operasyona gönderiliyor. Hem de ne sıfatla gidiyor biliyor musunuz? Antalya Alay Komutan Yardımcılığı Vekâleti sıfatıyla gidiyor. Bir alay komutan yardımcısının dağdaki bir çatışmaya gitmesi çok istisnadır. Kırca’nın teröristlerin açtığı ateşle sakat kaldığına inanmıyorum. Jandarma’nın tepesindeki bazıları tarafından Kırca da tasfiye edilmek istendi.

Faili meçhullerde kurban gidenlerin gizli mezarlarını biliyor musunuz?

Bildiklerimi söyledim. Bazıları bulundu. Ama ben asit kuyusu diye bir şey görmedim ve duymadım. Ama cesetleri kör kuyulara atmışlar. Boşaltılan köylerde su kuyuları var. Yol kenarına yapılan tesislerde kendilerine zamanında artezyen kuyuları açmışlar. Onlar şimdi harabe halinde. Cesetlerin o kuyulara atıldığını duydum. Mesela Cizre Jandarma Komutanı’nın emrinde çalışan bir timin yedi cesedi böyle bir kuyuya attığını duydum. Atanlardan biriyle konuştum ama ayrıntısını vermedi. Bir de Diyarbakır’da JİTEM binasının arkasındaki tepede bir höyük var. Biz orada çok sayıda kemik gördük. Kafatasları höyüğün içine doğru gidiyordu... Ayrıca höyüğün tepesine de kurutulmak üzere esrar serilmişti. Bunlar tarihî kalıntılar olabilir tabii.

Bölgede JİTEM dışında faili meçhul cinayetleri kimler işledi?

Korucular, Özel Harekâtçılar, Yeşil gibi gezici timler, kendilerine Hizbullahçı diyenler... Onlar da faili meçhul cinayetler işlediler. Ama yüzde 80’ini JİTEM işledi. Yeşil sadece Jandarmayla değil hem MİT’le hem de Emniyet’le çalıştı. Mesela kullandığı Land Rover aracını MİT Bölge Valiliği’ne vermişti. O da JİTEM vasıtasıyla Yeşil’e vermişti. Vatandaş infazların yapıldığı dönemde kayıplarını bulabilmek için elinde dilekçelerle savcı, Bölge Valiliği, Emniyet, MİT arasında dolaşıp duruyordu. Onlar da vatandaşı JİTEM’e gönderiyorlardı. Savcı, Emniyet araştırırız diyordu ama aradan yıllar geçiyordu kayıpların akıbetiyle ilgili hiçbir haber alınamıyordu.

Yakınını arayan vatandaşa JİTEM ne diyordu?

Vatandaş JİTEM’den kovuluyordu. Size bir olay anlatayım: Muhsin Gül isimli eski bir itirafçı vardı. Onu istihbarat toplamak için kullandılar. Gaffar Okkan’ın döneminde Diyarbakır Emniyeti bunu sorgulamış. JİTEM’le beraber yaptığı faili meçhulleri anlatmış. Bana, “işkenceye dayanamadım. Hepsini söyledim” dedi. Tabii bunun öttüğünü JİTEM öğrenmiş. Emniyet o anda JİTEM’in üstüne gidemiyor ama gün gelir bütün bu anlatılanlar ortaya çıkabilir. Ben bir gün Muhsin Gül’ü timin odasına girerken koridorda gördüm. O son görüşümdü. Onu da JİTEM’de kaybettiler. Muhsin Gül’ün o zaman Emniyet’e anlattıkları Susurluk Raporu’nda geçiyordu.

Diyarbakır Emniyet Müdürü Okkan’ın suikastına dair bir şey biliyor musunuz?

JİTEM, Gaffar Okkan’dan rahatsızdı. Eskisi gibi terör estiremiyordu. Onun döneminde bu işleri yapamaz olmuştu. Diyarbakır gibi her tarafta polisin, özel harekâtçının, askerî birliklerin ve sivil polislerin kaynadığı bir yerde, Bölge Valiliği’ne yakın bir mesafede, hiç kimse Gaffar Okan suikastı gibi bir eylemi yapıp hiçbir iz bırakmadan kaçamaz. Derin devletten bağımsız bir gücün o suikastı gerçekleştirmesine imkân yok.

Sizin de söylediğiniz gibi bölgede bir de Hizbullahçılar faili meçhul cinayetler işliyordu. JİTEM Hizbullahçılarla mücadele etti mi?

JİTEM olarak biz hiç Hizbullah’a karşı bir operasyon yapmadık.

JİTEM’de kaç itirafçı görev yaptı?

Devlet memuru yapılanların sayısı on beş kadardır. Resmî kadroda olmayanları ise bilemezsiniz. Seyyar gezenler, gizli olanlar var.

Onlar bugün hâlâ görevlerine devam ediyorlar mı?

Bunları, devletin çeşitli yerlerine dağıttıklarını öğrendim. Mesela, askerlik şubesine memur ya da Donanma Komutanlığı’na işçi olarak vermişler. Zaten devletten istifa edeni yaşatmazlar. Eski itirafçı Mustafa Deniz, Cem Ersever’le birlikte JİTEM’den istifa etmişti. Onu da Ersever’le birlikte infaz ettiler. Son dönemde de Abdülkerim Kırca olayını da benim üzerime yıkmaya çalışıyorlar...

Sizin yalan söylediğinizi söylüyorlar. “Bu adam ‘itiraflarda bulunuyorum’ diyerek bir yerlerin adamı olarak zaten hep birilerine iftira eder. PKK’dan ayrıldı itiraflarda bulundu. JİTEM’den ayrıldı JİTEM hakkında itiraflarda bulundu. Burdur Jandarma’da çalıştı gene itirafta bulundu” diyorlar. Size güvenilmemesini normal karşılamıyor musunuz?

Sıradan bir insanın bana güvenmemesi normaldir. Ama ben bana ihanet edenlere ihanet ediyorum. İnsan neden konuşur? Vicdan azabı çeker ve konuşur. Bir de ihanete uğrayınca konuşur. Kandırıldığını, kullanıldığını, aldatıldığını anladığında, kendisiyle işleri bittiğinde bir kenara peçete gibi atıldığını gördüğünde konuşur. Bu, insanda intikam duygusu yaratır. Sağlıklı insanlar bunun intikamını almak isterler. Örgüt de, Jandarma teşkilatı da bana ihanet etti.

Siz intikam için mi konuşuyorsunuz?

Vicdani bir borç olarak da konuşuyorum. ‘Şimdi mi başladı bu vicdan işi’ diyeceksiniz ama...

Yaparken vicdanınız rahatsız olmuyor muydu?

Oluyordu. Eve geliyorsun, çocuğunu görüyorsun. Senin çocuğun sana ciğer, başkasının çocuğu ona ciğer değil mi?

PKK size nasıl ihanet etti?

Örgütün söyledikleriyle yaptıklarının çeliştiğini gördüm. Birçok iç infaz gördüm. Bana yaptırmadılar ama karşımda yaptılar. İnfaz edilen arkadaşımdı. Ama bana emir verselerdi, ben yapacaktım. Dediklerini yapmasam beni öldürürlerdi. Öldürmek zorundaydım onu. Bunu bir sürü insan anlamıyor. Öldürülen Musa Anter’in kızı da sordu bana bunu. “Size babamı öldürmenizi söyleselerdi, öldürür müydünüz” diye sordu.

Ne dediniz?

Yalan mı söyleyeyim. ‘Yok, ben babanı öldürmezdim’ mi diyeyim. Musa Anter saygı duyduğum biri. Ben onun Kımıl kitabını ortaokuldayken almış okumuş biriyim. Ama bir iş tezgâhlanıyor ve ben onu öldürecek insanın koruması olarak yanına seçiliyorum gönderiliyorum. Orada bana Musa Anter’i öldürme görevi verilse bu görevi yerine getirmemem için ya intihar etmem lazım ya da onların beni öldürmesini beklemem lazım.

Yaşamak için bu kadar çok insanı öldüreceğime, kendimi öldüreyim diye düşünmediniz mi siz hiç?

Ben Kuzey Irak’tayken kendimi kayadan atmayı çok düşündüm... İnsanın aklına gelir bu ama...